A.S: Bize kısaca kendinden ve arka planından bahsedebilir misin? Selin Şenköken kimdir? Şu anda olduğu yere nasıl geldi? Nasıl ve neden yönetmen olmaya karar verdi?
S.Ş: Aslında benim için sinemadan önce her zaman edebiyat vardı. Kendimi bildim bileli hep bir şeyler okur ve hikâyeler yazardım. O zamanlar hayalim de yazar olmaktı. Lise zamanında tesadüf eseri Boğaziçi Üniversitesi’nde senaryo yazma kursu olduğunu duydum ve bu kursa katıldım. Orada ilk defa sinemaya olan merakım başladı.
Alman Lisesi’nin ardından Edinburgh Üniversitesi’nde psikoloji okudum. Psikoloji bölümünü çok severek okumama rağmen üniversitedeki ilk yılımda sinemaya yönelimim başlamıştı. Aynı yılın yaz tatilinde London Film Academy’de sertifika programını tamamladım ve orada hayatımı film yaparak geçirmek istediğime karar verdim diyebilirim.Üniversite eğitimim sırasında Edinburgh’ta tiyatro yönetmenliği yaptım. EU Shakespeare Company’nin Venedik Taciri oyununda yönetmen asistanlığı yaptıktan sonra Theatre Uncut’ın A Lesson in Lynching oyununu yönettim. Tiyatro, oyuncularla kurduğum iletişim açısından çok değerli bir tecrübe oldu. Bir diğer yandan Hindistan’a Kolkata şehrine kısa film çekmeye gittim ve reklam şirketlerinde, film festivallerinde stajlar yaptım. Üniversitede kendimi olabildiğince eğitmeye çalıştım. Psikoloji eğitimimin yanında felsefe, sosyal antropoloji, sosyoloji ve tiyatro gibi birçok alandan da dersler alarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Tüm bu alanların bir sinemacı için çok besleyici olduğuna inanıyorum.
Üniversite sonrasında Barcelona’da Otoxo Productions’da Todo Por Jugar adlı belgeselin yapımında çalıştım. Böylece belgesel serüvenim başlamış oldu. Ardından İstanbul’a taşındım ve Yangın Yerinde Orkideler’i (2020) çektim.
Bir yılı aşkın bir süredir de Tolga Karaçelik’le çalışıyor, bir yandan da ilk uzun metraj kurmaca filmimin senaryosu üzerine yoğunlaşıyorum.
A.S: İlk filminin adı Yangın Yerinde Orkideler. Çıktığı sene Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de En İyi Belgesel Ödülü için yarıştı. Resim ve fotoğraf sanatçısı Ali Arif Ersen hakkında bir belgesel. Ali Arif hayatının bir noktasında tutukluk sendromuna yakalanıp paralize olmuş ancak yaşamına ve sanat üretmeye devam etmiş bir sanatçı. Senin Ali Arif ile tanışma hikâyen nasıldı?
S.Ş: Ali Arif Ersen’le tanışmam eskiye dayanıyor. Kendisi halam Handan Şenköken’in çok yakın arkadaşı. Halam Cumhuriyet gazetesinde kültür sanat şefiyken Memet Baydur üzerinden tanışıyorlar, hikâyeleri öyle başlıyor. Benim de halam dolayısıyla küçüklüğümden beri tanıdığım, ara ara ziyaret ettiğim, hayatımda hep olan biri aslında.
A.S: Peki seni Ali Arif’i anlatan bir belgesel film yapmaya iten şey neydi? Belgeselin fikir sürecinden biraz bahsedebilir misin?
S.Ş: Belgeseli yapmaya karar vermem bir keşif ve merak yolculuğuydu. Kendimi dipte hissettiğim bir dönemde Ali Arif’i ziyarete gitmek, onunla vakit geçirmek bana iyi geliyordu, beni iyileştiriyordu. Onun yaşamla olan derin ve samimi bağını görmek bende hem hayranlık hem de merak uyandırıyordu. Onun hayata bağlılığını, hayatının kontrolünü böylesine güç bir durumda bile eline almasını, üreterek var olmasını anlamak ve anlatmak için bir yolculuğa çıktım Yangın Yerinde Orkideler’le.
A.S: Bana göre belgeseli iki parça hâlinde okumak mümkün: Ali Arif’in hastalığını öğrenmemizin öncesi ve sonrası. İlk parça Ali Arif’in toplumda sağlıklı bir sanatçı olarak yaşadığı süre zarfında başından geçenler ve daha geniş bir perspektifte sanatçının toplumdaki yeri, karakteri ve tutumuyla ilgili. Burada Ali Arif tam bir Rönesans adamı – gastronomiden caz müziğine, fotoğraftan edebiyata, resimden seyyahlığa kadar ilgisini çeken her alanla ciddi olarak ilgileniyor. Ancak bunu yapışı ve etrafına yansıtma şekli ise tam tersi alaylı bir tutumda. Bu sence sanatçının toplumdaki yeri ve etkileşimi hakkında neler söylüyor? İdeal sanatçı (yahut aydın) -tıpkı Ali Arif gibi- yeri geldiğinde gırgır şamata yapacak kadar samimi, ancak yeri geldiğinde de topluma yön verecek kadar da bilgili mi olmalıdır?
S.Ş: Aslında ideal sanatçı şöyle ya da böyle olmalıdır demek belki de zor. Ali Arif bana kalırsa hayatı ve yaşamayı son derece ciddiye alan bir sanatçı. Belki de alay ettiği şey daha çok kişinin kendini ve sanatını gereğinden fazla ciddiye alması konusudur… Bana öyle geliyor. Benim düşüncem, sanatçının kendine ve hayata karşı dürüstlüğünün ve sonu gelmeyen merakının çok önemli olduğu yönünde. Ali Arif’in sanatçı kimliğinin en önemli unsurlarından biri de merak aslında. Sanırım egonun zedelemediği, samimi ve sonsuz bir meraka sahip olmak bir sanatçıda aranabilecek en değerli özelliklerden biri.
A.S: Ali Arif belgeselde bir noktada özne ya da nesne fark etmeksizin hayattaki her şeyin sanatın konusu olabileceğini ve aslolanın sanat eserinin estetik değeri olduğunu ima ediyor. Bir sinema sanatçısı olarak bu fikir ile alakalı sen ne düşünüyorsun?
S.Ş: Ben ona hem katılıyor hem de katılmıyorum. Her şeyin bir sanat konusu olabileceğine inanıyorum ben de. Fakat aslolanın estetik değer olduğu görüşü bana hitap etmiyor. Estetiğin verilmek istenen his ya da düşünceye hizmet ettiği görüşündeyim. Dolayısıyla estetiği hedef olarak görmüyorum.
A.S: İkinci parçaya geçtiğimizde ise izleyici tam bir şoka uğruyor. Kayıtlardan ve arkadaşlarının ağzından gördüğümüz, dinlediğimiz o neşeli adam artık felçli bir şekilde hastane yatağında yatıyor; hayatı -en azından ilk bakışta- tepetaklak oluyor. Bu trajedinin üstüne filmi izlemeye devam ettiğimiz zaman ise aslında ilk parçada anlatılan Ali Arif’in hâlâ oralarda bir yerlerde olduğunu ve hiç değişmediğini görüyoruz. Belgeselin bu akışta kurgulanmasının hikâyesi nedir?
S.Ş: Ali Arif’in hikâyesi başlı başına çok özel ve değerli bir hikâyeydi. Benim de tüm bu süreçte temel kaygım bu hikâyeyi olabildiğince samimi ve dürüst bir şekilde anlatmaktı. Samimiyetin ve dürüstlüğün her zaman seyirciye çok daha derin bir yerden dokunduğuna inanıyorum.
Dolayısıyla belgeselin kurgusu da Ali Arif’in hayatı ve hayat görüşüyle paralel ilerliyor. Ali Arif’in hayatla çok sağlam bir bağı var. Hastalıkla birlikte hayatı tepetaklak olduktan sonra tüm çabalara rağmen durumunun böyle kalacağını anladığında kendine bir şekilde yeni bir düzen kurması gerektiğini fark ediyor. Bu noktada tekrar resim yapmanın ve üretmenin yollarını arıyor. Gözlüğüne bağlı lazerin tuval üzerindeki hareketlerini ressam arkadaşının takip etmesi yoluyla üretirken göz takibi ile çalışan bilgisayardan gözleriyle resim yapabileceği bir noktaya geliyor. Hastalığı boyunca kaldığı odasını adeta eski stüdyosu gibi çeşit çeşit değişik objenin, fotoğraf sergilerinin afişlerinin, CD’lerin, resimlerinin olduğu bir ortama dönüştürüyor. Her daim muhteşem müzikler dinliyor, televizyondan gündemi sürekli takip ediyor. Bu noktada var olan koşullarda olabildiğince özüne sadık bir düzen ve dolayısıyla yeni bir hayat kuruyor kendine. Böylesine güç bir durumda hayatının kontrolünü eline almayı başarıyor aslında. Bunu başarmasında yaşamla kurduğu sağlam bağın, hayata karşı duyduğu koşulsuz sevginin ve üretme dürtüsünün çok kilit olduğunu düşünüyorum.
Tüm bu nedenlere bağlı olarak belgeselin kurgusunda da hastalığın önüne geçen şey Ali Arif’in hayata bakışı, hayatı yaşayışı ve ölüme karşı üretimi oluyor. Bir bakıma yeni hayat koşullarında bildiğimiz, tanıdığımız Ali Arif Ersen’i izliyoruz aslında.
A.S: Bugünün dünyasında -özellikle keskinleşen iş ayrımı ve kapitalist ekonomi ile birlikte- ‘sanat ile uğraşmanın’ çoğu insana hayatını adayabileceği bir meslek olarak değil ancak asıl meşru kapitalist mesleğinin yanında bir hobi olarak sunulduğunu ya da hiç sunulmadığını görüyoruz. Ali Arif ise hastalığının öncesinde ve sonrasında sanata dört elle tutunmuş biri. Hastalığı sonrasında göz bebekleriyle ve gözlüklerindeki lazerle hâlâ daha sanat üretmeye devam etmiş. Hiç aksatmadan yaptığı caz müziği radyo programından bahsetmiyorum bile. Günümüzün post-modern düzeninde bir sanatçı olarak bu durumla ilgili sen ne düşünüyorsun? Sence Ali Arif gibi olmak bu düzende bir sanatçı için ütopik bir imkânsızlık mı yoksa hedef koyulması gereken bir gerçeklik mi?
S.Ş: Günümüz dünyasında sanatçı olmanın bir imkânsızlık olmasa da oldukça zor olduğunu kabul etmem gerek. Bu zorluğun üstesinden gelmek için çok disiplinli bir şekilde çalışmak ve üretmek gerektiğine inanıyor, hobi düzeyinde ilgilenilen sanatın işe dönüşmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum. Ali Arif gibi dört elle üretime tutunmak çok önemli.
A.S: Belgesel sonrasında hayatında neler değişti? Sinemaya ve sanata bakışında farklılıklar hissediyor musun?
S.Ş: Belgeselle birlikte Ali Arif’ten sanat ve üretimle ilgili öğrendiğim çok şey olduğunu düşünüyorum. Belgeseli yaparken de elde ettiğim sayısız tecrübe oldu. Türkiye’deki sinema çevresinden, yapım sürecinden, festivallerdeki tecrübelerime kadar çok fazla deneyim edindim. Benim için sanırım en değerli deneyim belgesel MUBI’de yayınlandıktan sonra izleyenlerden aldığım yorumlar ve mesajlar oldu. Filmin umduğunuz karşılığı seyirciden bulması, onlarla olan etkileşim çok kıymetli oluyor.
A.S: Henüz çok genç bir yönetmensin ve önünde upuzun bir yol var. Biraz da gelecek projelerinden ve planlarından bahset isterim.
S.Ş: Şu anda üzerinde çalıştığım bir uzun metraj kurmaca film senaryosu var. Psikoloji eğitimimle sinemayı birleştirerek psikoloji alanına eğilen filmler yapmak istiyorum. Var olan çoğu psikoloji ya da psikolojik bozukluk odaklı filmlerin gereken derinlik ve altyapıyla bu konulara eğilmediğini düşünüyorum. Eğitimimden de yararlanarak bu alana daha derin bir bakış açısı getirmeyi hedefliyorum.
A.S: Sinemaseverler Yangın Yerinde Orkideler filmini yakın zamanda nerede izleyebilirler? Dijital platformlarda yayınlama gibi bir durum ya da devam eden görüşmeler var mı?
S.Ş: Yangın Yerinde Orkideler, 31 Ağustos 2021’den 31 Mayıs 2022’ye kadar MUBI’de gösterimdeydi. Daha yeni yayından kalktı. Tekrar bir gösterim olması durumunda Instagram sayfamız ‘@yanginyerindeorkideler’ üzerinden duyuru yaparız mutlaka.