Ne demişti İslam Coğrafyasının isyanını haykıran en güçlü kadın sesi; “…sabahın narin yanağındaki o ışık gibi / nurunla doldurmuştun aşka giden yolu… / …oysa beni aldattıktan sonra, o anılardan geriye kalan sadece serap… / …günlerimi ne kadar da ucuz zannettin, halbuki onlar benim hayatımdı, çocukluğumdu, gençliğimdi. / İçime gömdüğüm iniltilerimi, tatlı bir şarkının nakaratı zannettin…/…Şimdi dönüp bana ümitlerimi sorma. / Artık onlar birer serap!…”
Omar (2013) filmini daha güzel özetleyecek sözler olamazdı herhâlde. Tüm âşık Ömerlerin, Alilerin hikâyesini anlatıp, Ortadoğu ve İslam adının geçtiği tüm ülkeleri, belki de son kez aynı duygularla hissiyatlandırıp, sakinleştiren figürdü Ümmü Gülsüm. Onun, cismâni aşkın çok ötesinde anlam bulan şarkılarının yerinde artık; radikal örgütler, tebessümün çöl rüzgârlarına karıştığı çamur yağmurları var. Din savaşlarından yangın yerine dönen bu coğrafya, artık her zamankinden daha bitâp.
Film, işte bu savaşların merkezini oluşturan Kenan diyârına götürüyor bizleri. İki bin yıl önce, Sâmiri’nin Altın Buzağı’na taparak, peygamberleri Hz. Musa’yı yarı yolda bırakan İsrailoğullarından, tavır olarak çok da farklı olmayan düşünceleri ile Yahudiliğin siyasallaşmış kollarından birisi olan milliyetçi siyonist ideoloji, bugün insanlığın en büyük ayıplarından Gazze ve Batı Şeria şeridini çeken kişilerinde ta kendisi. Şerit çektikleri hayatları, olay yeri inlemeye mâruz bırakanlar yani.
Filmin açılış sahnesi, Batı Şeria duvarının üstüne çizili, tellerle çevrilmiş bir Mescid-i Aksa ve devlet lideri Mahmud Abbas grafitileri ile başlıyor. Sivil hayatını fırın ustası olarak geçiren Ömer’in, geceleri direniş miğferine dönüşen yüzü, tüm Filistin halkının da ikinci mesleği olarak görülüyor. Film boyunca; hangi direniş örgütüne mensup olduğu açıklanmayan Ömer; yöntem olarak farklılık gösteren tüm bu oluşumların, aslında aynı amaçtan yola çıktığını hatırlatıyor bizlere. Çünkü FKÖ, El Fetih, Hamas, FDKHC, El-Aksa Şehitleri gibi çok sayıda örgüte sahip bu mikro alanın, tek bir çatı altında toplanmadan kurtuluşa ermesinin zor olduğu düşüncesi aşikâr. Ömer’in mücadele arkadaşları Amjad ve Tarek, film boyunca ona, yaşama amacını sorgulatacak çok sayıda hadise yaşatıyor. Özellikle, Amjad, Ömer ve Nadia aşk üçgeni, zulmün altında hayatını geçiren bir toplumun, aşka zamanının olup olmayacağı sorusu üzerinde duruyor. Nitekim, karşılarında duran düşman, dezenformasyon ve kontrespiyonaj yöntemlerinin en acımasızlarını bu üçlü üzerinde uygulamaktan çekinmiyor. Çünkü geriye saf bir şekilde kalan tek hissin birbirlerine olan aşklarının olması, onların en güçsüz yanlarını açığa vuruyor. Film boyunca, bir insanın aşkı için, gerekirse davasını satıp satmayacağı sorusunu kendimize soruyoruz.
Yılların verdiği mücadelesel yorgunluk, tüm Filistin halkının gözlerinden okunsa da, her daim İsrail askerinden kaçan Ömer’in, gerektiğinde duvarı tırmanabilmesi için o an ihtiyaç duyduğu yaşlı bir omuz veya firarı için evlerinin kapısını açacak kadınların yardımı yanıbaşında bitebiliyor. Sivil polisin baskınını korkusuzca haber veren ufaklıktan, direniş ruhunun doğuştan bu insanların genine işlediğini anlıyorsunuz. Kudüs ekmeğini, Kudüs’ten ayrı bırakıldıkları bir fırının içinde yapan Ömer’in duvarlarında, isyanın ve aşkın sesi Ümmü Gülsüm’ün küçük gazete küpürlerini görüyoruz. Nadia ile karşılıklı yazıştığı küçük not kâğıtlarında, belki de o şarkılardan ve şiirlerden esinlenilen sözleri ve hikâyeleri düşlüyoruz. Lakin, yılların verdiği abluka psikolojisi, insanlarda büyük gelgitler oluşturarak, herkesin birbirinden şühelenmesine yol açıyor. Bu yüzden direnişin bekçileri, kimilerinin kahramanı iken, kimilerinin haini oluveriyor. Aşkın saflığı, Nadia ve Ömer’in küçük dokunuşlarında karşılık bulsa da, Ömer’in yanı başında hatasını kollayan bir İsrail ajanının gölgesi, onu, gün gelip sevdiği kadını, arkadaşına isteyeceği bir sürece kadar götürüyor. Tüm yanlış anlaşılmaların gölgesinde.
Ömer’in hayatını dalgalandıran süreç, cezaevinde kendisine El-Aksa Şehitlerinden bir mücahid gibi yaklaşan İsrail ajanı Rami’nin oyunuyla başlıyor. Fakat Müslümanları hâkir gören bu üst aklın, filmin finalinde küçümsediği o beyne yenik düşmesi, bu üçlü aşk üçgeninde altı kazılan güven duygusunun, Ömer tarafından aynı şekilde karşılığıyla nihâyet buluyor. Bir duvarın iki farklı tarafında kalmaya zorlanan bir aşkın, konforlu hayatında çocuklarını kreşten kimin alacağının kavgasını veren Rami’den intikamı acı oluyor.
Omar, Filistin yönetiminin bilfiil destek verdiği ilk film olarak göze çarpıyor. Yani, sol kökenli bir İslami hareket olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kollarından El Fetih Partisi lideri Mahmud Abbas desteğiyle. Yönetmen Hany Abu-Assad, Hamas’ın ayrılıkçı ve radikal tutumunun tersine, İsrail’de siyonist düşüncelere rağmen iki milletli bir çözümün olacağını düşünenlerden. Nitekim, İsrail içerisinde azımsanmayacak bir orana sahip olan post-siyonist ve anti-milliyetçi Yahudi grup ve kurumlarla arası son derece iyi olan Abu-Assad, bir diğer Oscar adaylı ve Altın Küreli filmi Paradise Now‘da da (2005), radikal tutumdaki militanların canlı bomba eylemleri ile oluşturduğu Yahudi-Müslüman psikolojisini derinlemesine bir analize tâbi tutmuştu. Omar ile Oscar’a yabancı film dalında ikinci kez aday gösterilmesi ise, kendisinin ne kadar başarılı bir anlatıcı olduğunun göstergesi. Bu başarısının en ilginç yönlerinden birisi ise, oyuncularının tamamını amatörlerden seçmesi. Film ayrıca, Cannes’da özel jüri ödülüne lâyık görülmüş, ülkemizde de birçok festivalde seyircimizle buluşmuştur.
Omar, uluslararası arenada ses getiren en önemli Filistin yapımları; Budrus (2009), Salt of This Sea (2008), Son of Babylon (2009), Write Down, I am an Arab (2014), Giraffada (2013), Hannah K. (1983), Beyond the Walls (1984), Ajami (2009), Lemon Tree (2008) ile artık birlikte anılacak. Belki de en başta akıllara geleceklerden biri olacak.
Filistin sinemasının ve Filistin davasının bilinirliğini tüm dünyaya anlatarak, uluslararası arenada saygın bir yer kazanan Hany Abu-Assad, her ne kadar Oscar ve Altın Küre’ye giden yolda, Fransa lobisinin desteğini alsa da, siyasetin her alanda var olduğu gerçeğini maalesef yadsıyamıyoruz. Darısı, lobisi olmayan ülke sinemamızın ve yetenekli yönetmenlerimizin başına.
Alpaslan Paşaoğlu