Fatma’dan Sonra 40 Yıl (2022), Ta’rîz; Dişe Diş, Söze Söz! (2017), Ta’riz: Gri Şehrin Renkli Çocukları (2015) gibi başarılı belgesel filmlere imza atan Sezer Ağgez ile yeni filmi 30 Yaşında Öğrendiğim Şeyler (2024) hakkında konuştuk.
Bu yıl 25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması kapsamında finalist adaylarından olan 30 Yaşında Öğrendiğim Şeyler’e ve Sezer’e iyi şanslar diliyorum.
Kendimizi ifade etme ihtiyacı sanırım ilk insandan günümüze süregelen, değişmeyen en evrensel duygumuzdur. Grafiti de tüm sanat dalları gibi bir ifade aracı olarak kullanılıyor. Ancak bazı kültürlerde grafitinin vandalizm olarak kabul edildiğine şahit oluyoruz. Özellikle birçok ülkede duvarlara yazı yazmak siyasi suçların başında geliyor. 30 Yaşında Öğrendiğim Şeyler bu bağlamda grafiti sanatının politik ve sanatsal yapısını da gündeme getirmiş oluyor diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz; ancak bir diğer yandan bazı kalıplardan artık uzaklaşmamız gerektiğine de inanıyorum. 2015’te ilk belgeselim olan Ta’riz; Gri Şehrin Renkli Çocukları’nı çekerken görüştüğümüz her sanatçıdan “Biz sadece isimlerimizi duvarlara yazmaktan başka bir şey yapmıyoruz.” gibi söylemlere şahit olmuştum. Tabii geçen dönemde hem fikirler değişebilir hem de o günden bugüne sanatsal güdülerinin yanında politik bir duruş sergilemek isteyen sanatçılar da olabilir. Ancak genellikle grafiti denince ilk etapta herkes bir “benlik” mücadelesinden bahseder. Ardından da sadece onların anlayabileceği -her ne kadar şu sıralarda çok az sanatçının heves ettiği ve eskimiş bir gelenek olsa da- adrenalin duygusu…
Benim filmim de temelde bir benlik mücadelesini ele alıyor aslında. Tabii bu mücadelenin aktörü bir “writer” yani Chek Sparow olunca grafiti sanatından pek çok parçayı filmde görmek mümkün olabiliyor.
Otuz yaşında olmak bireyselliğimizi kanıtlamak, hayattaki rotamızı çizmek için en simgesel yaşlardan biri. Bir dönüm noktası bence. İnsanların yetişkin olarak anılmaya başladıkları bir yaş. Ama çoğu zaman da çok zor, çok korkutucu ve çok yalnız hissettiren bir yaş olduğunu düşünüyorum. Özellikle bir şeylerin artık eskisi gibi olmadığı, inandığın şeylerin değiştiği ve doğrularını sorguladığın bir dönem. Çocukken otuz yaşında olduğun zaman nasıl bir dünya hayal ederdin, şu an içinde bulunduğun dünya ile benzerlikler kurabiliyor musun?
Yirmi beş ile otuz yaşları arası gerçekten çok belirleyici bir dönemi temsil ediyor. Her sene başka bir insan olurken öte yandan dünyanın gerçeklerini kavrıyor; iş hayatı, para, borç gibi hayatın realitesini fark ediyor ve gerçekten bir anda sorumlulukları değişmiş, büyümüş, beklentilerin merkezinde bir insan olarak başka bir sahneye geçmiş gibi hissediyorsun. En azından bende öyle oldu. Açıkçası üniversite biter bitmez işe başlama, yüksek lisans, uzun metraj film, doktora, kısa metraj film derken on bir yıllık aralıksız bir periyottan geçiyorum. Benim de böyle bir dönemde otuz yaşımdan beklentim aslında herkesinki gibi; her anlamda rayına oturmuş bir hayat… Bir şeyler ne kadar rayına oturmazsa o kadar otuz yaş bunalımında takılıp kalıyorsun çünkü. Ben çocukken otuz yaşındaki insanların gerçekten bambaşka bir hayat akışı vardı.
Benim otuz yaşımdan beklentilerim ise aslında 20’li yaşlara girerken şekillendi ve hepsi gerçekçi hedeflerdi. İşte akademik kariyer olsun, filmcilik kariyeri olsun, kişisel ilişkiler olsun pek çok şeyde makul hedeflerim vardı ve bunları beşer yıllık kurguluyordum. Gelinen noktada ilk beş harikaydı; ancak ikinci beşte umulmayan pek çok şey oldu. Savaş, salgın, darbe derken bu jenerasyonun görmediği bir şey kalmayınca bizim hedeflerin sapmasına da pek şaşırmıyorum büyüdükçe 😊
Her eser sahibinin izlerini taşırmış. Ben senin grafiti sanatına olan ilgini ve yaklaşımını merak ediyorum. Bu proje nasıl şekillendi, Chek ile nasıl tanıştınız? Senaryo ve çekim aşamaları nasıl gelişti? Grafiti, o “kirliliğin içerisindeki güzelliği” birlikte nasıl keşfettiniz?
Şunu açıkça söyleyeyim, ben gerçekten grafiti yapmayı çok isterdim. Hatta abartayım “sinemayı alalım grafiti verelim” deseler grafitiyi seçerdim, belki de hâlen seçerim! Ben 2000’li yılların başında, Türkiye’nin Hip-Hop kültürüyle yeni yeni tanışmaya başladığı o güzel dönemde büyüdüm. Çocukluğum Kadıköy’de illegal konserlerde ve grafiti festivallerinde geçti. Hip-Hop’ın yani Rap müziğin, grafitinin, break dansın bile bir derdi vardı. İnsanlar bir şeyler anlatmanın yeni bir yolunu bulmuştu ve sadece anlatıyordu. Topluluk çok küçük bir kitleye sahip olmasına rağmen bazı dışa dönük ünlü isimler de çıkarmıştı içinden. İşte öyle bir dönemde bunlardan birinin ucunu tutabilmiş olmayı çok isterdim. Çünkü internetin, akıllı telefonların, “paylaşmanın” bu kadar kolay olmadığı bir zamanda insanlar her şeyi duyguları için yapıyordu.
Ancak ben bu işlerde oldukça yeteneksiz olduğumu defalarca deneyip gördüm. Ve bu sonucu kabul etmek gerektiğine inandım. İlgim ve bundan etkilenip şekillenen arkadaş çevremle dışarıdan bir seyirci olarak kaldım. Bugün baktığımda dört filmimin üçünü Hip-Hop kültürünün içinden çıkarmışım. Şimdi dönüp baktığımda iyi ki yapmışım diyorum. 2016’da grafiti için yapılmış belgesel sayısı çok azdı, onlardan biri olmak, hatta TRT Belgesel Ödülleri’nde derece alıp filmin tüm gerçekliğiyle TRT’de yayımlanmasını sağlamak, sonra aynı yarışmanın tarihinde ilk kez verdiği proje desteğiyle devamını çekip Rap müzik kültürünü anlatmak ve bunun da yine aynı kanalda yayımlanmasını sağlamak o dönem için bence Hip-Hop kültürü adına fena olmayan işlerdi, çünkü henüz bu kadar popüler değildi. İlerleyen dönemde akademik kariyerime odaklanmam sebebiyle filmciliğe bir müddet ara vermek durumunda kaldım. 2022 yılında uzun metraj filmi tamamlayınca Chek Sparow ile bir film yapmaya karar verdik. Ancak tamamen spontan gelişen birtakım olaylarla bu mümkün oldu.
Chek Sparow yani Hasan benim tarihteki en eski arkadaşımdır. Arkadaşlığımız 1999 yılına dayanıyor ve neredeyse çeyrek asırdır birbirimizin kariyerine doğrudan şahit oluyoruz. Hasan ilkokuldan bu yana grafitiyle oldukça ilgili ve sanatını sokaklarda büyütmüş bir sanatçı. Ve bana göre onu diğerlerinden ayıran özelliği ise girişken bir sanatçı ve insan olması. Bir şeyleri denemeyi, değiştirmeyi, malzemeyle oynamayı ve yeniden şekillendirmeyi çok sever. Bu da onu bana göre girişimci ve aktif bir sanatçı yapıyor.
Filme karar vermemiz ise aslında benim film yapım pratiklerimin aksine spontan gelişen birtakım olaylar üzerine oldu. Bence belgesel film biraz kendini çağırdı bu süreçte. Chek Sparow filmde de bahsedildiği gibi grafiti kariyeri terk edilmiş mekânlar üzerine kurulu bir writer. Hikâyesi olan duvarlarda çalışmalar yapmayı seviyor. Bu da onu zaman içinde diğerlerinden ayıran bir özelliğe dönüştü. Özellikle de yakın zamana kadar bir mekânı vardı ki hem tüm Türkiye’den önemli sanatçıların orada boyamasını sağladı hem de kendi sanatını o mekânda yeniden inşa etti. Çok eski; ancak mimari değeri olmayan, büyük, uzun, geniş duvarlara sahip bir mekândı burası ve Chek dahil birlikte boyadığı herkes orada rahatsız edilmeden kendini aşabilen, zaman gerektiren işler yapabilecek özgürlüğe sahipti. Filmin çıkış noktası ise bu mekânın gerçek sahipleri tarafından çevrelenip kapatılmasından doğdu açıkçası. Uzunca yıllar sonra sahipleri çevresini örmeye ve kapatmaya karar verince Chek de buraya artık el değdiği için boyamak istemedi ve birtakım başka sebeplerle birlikte mental olarak sıkıcı bir döneme giriş yaptı.
Benim de kendimle ve belgesel film anlayışımla ilgili birtakım sorunlarım vardı. Yaptığım hiçbir işi istediğim gibi bitiremediğimi, sinematografik açıdan “film” denecek şeyler üretemediğimi ve belgesel sinema anlayışımı özgünleştirip geliştiremediğimi düşünüp bir şeyler denemek, doğrusunu bulmak istiyordum. Bizler için her ne kadar sorunlarla dolu bir dönem olsa da ikimizin bu şerrinden hayır doğdu ve birlikte bir şeyler denemeye karar verdik. Hasan o sıralar yeni bir mekânda bir şeyler deniyordu. Ben de ona aslında şu anki konudan oldukça uzak bir şekilde “gel iki mekân arasında geçiş döneminde seninle ilgili bir portre yapalım” diye teklifte bulundum. Aslında çok basit hatta belgesel bile denmeyecek bir fikirdi. Sadece bir şeyler denemek istiyordum. Çekimlere başladık, Hasan gerçekten de son kez o mekâna gitti, son kez boyadı. Hatta o günden sonra gerçekten bir daha o mekâna hiç gitmedi. Fakat problem şurada başladı; ben kalan çekimler için hazırlık yaparken o iyice sıkıldı ve kimseye haber vermeden her şeyini satıp aslında gitmesi için hiçbir sebebi olmayan Lübnan’a yerleşti. Tabii bu benim için büyük bir problemdi çünkü yapmak istediğim şeyden kopan ve uzaklaşan bir karakterim vardı artık filmde. Bunun sonucunda bir kızgınlık ve kavga sekansı oluştu aramızda 😊 Sonrasında gördüm ki Chek orada bir şeyler deniyor; işte o an kafamda bir ışık yandı ve bana görüntüler almasını istedim. Akşamları internet üzerinden görüşüyor ve görüntüleri konuşuyorduk. Yine de bitmiş değildi; ancak son olarak Mamut Art Project’ten davet alınca artık gelmesi gerektiğini düşündü ve kesin dönüş yaptı. Benim filmim de böylelikle yolda doğaçlanan ve konusunun akışından şekil alan bir yapıma dönüştü.
İlk sahneden itibaren Chek’in hayatına dahil oluyoruz. Açılışta çok etkilendiğim bir diyalog karşılıyor bizi: “Benim hayatım karanlık bir odada başlıyor.” Üretme güdüsünde olan birçok insan hayatlarının büyük bir zaman dilimini kendi karanlık odalarında geçiriyorlar. Bu karanlık oda metafor olarak kullanıldığı gibi bazen tüm hayatımızı kaplamaya başlıyor. Odalar kocaman bir uzama dönüşüyor. Film bu noktada aslında bir kabuğundan çıkma hikâyesi. Başkalarının hayatlarında genelde ilgini çeken detaylar nelerdir? Hangi ayrıntıları yakalamaya özen gösteriyorsun? Bir durum senin bakış açından hangi noktalarda “bunun filmini çekmeliyim” düşüncesine dönüşüyor?
Bu filmle birlikte belgesel sinemada aradığım şeyler çok değişti açıkçası, o yüzden bu dönem kendi doğrularımı bulmakta çok zorlanıyorum. Belgesel sinemanın yüz yıllık paradoksunu düşünüyorum, “Film nedir?”, “Belgesel film nedir?”, “Hangi filme biyografi hangisine belgesel deriz, neden?” gibi soruların yanıtlarıyla çok ilgileniyorum bu dönemlerde. Bu yüzden bir konu hakkında film yapacaksam konuyla ne kadar yollarımız kesişmiş ve ne kadar ilgilenmişim onu aramaya gayret ediyorum. Benim için belgesel film bir geçim kapısı değil. Hayatımı onun üzerinden inşa etmek ve ona sorumluluk vermek istemiyorum. Sadece denemek ve özgün olmak istiyorum. Bu özgürlüğü bence ele almayı tercih ettiğimiz konulara karar vererek sağlıyoruz en başta. O konu senin çalışma alanını, stilini ve yöntemini tayin ediyor. Sen de onun açtığı kapılar kadar özgürce bir şeyleri deniyor ve kendini aşma mücadelesine giriyorsun. Benim son iki filmim buna güzel örnek olur aslında. Bir tarafta belgesel sinema tarihimizin klasiklerini ve usta yönetmenlerini bağlamına alan Fatma’dan Sonra 40 Yıl, diğer tarafta ise kendi halinde bir writer’ın sanatçıya dönüşme sürecini konu alan 30 Yaşında Öğrendiğim Şeyler. Bu iki film bana neyi nasıl filmleştirmemiz gerektiğini acı ve tatlı örneklerle öğretti bu dönemde.
Filmdeki Lübnan sahneleri oldukça çarpıcı detaylara sahip ve bana kalırsa bu noktadan sonra film başka bir anlatı kurmaya başlıyor. Ne kadar kaçmak istesek de kendimizden asla kaçamıyoruz. Ne yazık ki dünya büyük bir kaosun içerisinde, biz de bu kaostan sanat yoluyla uzaklaşmaya çalışıyoruz. Ancak her nerede, ne durumda olursak olalım gerçekler bizi yakalıyor? Özellikle Chek’in Lübnan seyahati onun için ve biz seyirciler için adeta bir dönüm noktası oluyor, değil mi?
Bu soru beni çok memnun etti; cevap kocaman bir evet. Aslında epizodik anlatı yapısıyla da biraz amaçladığım şey buydu. Chek’in yaşadığı bu olaylar silsilesi gerçekten de arasında uzun zamanlar olan bir periyodu temsil ediyor. Ve gerçekten de -senin de söylediğin gibi- her zamansal yeni bir dönüm noktası oluyor hayatında. Bu sebeple Lübnan’ı filmde hem anlatı hem de sinematografi açısından farklı bir yerde konumlandırmak istedim. Bu bölümü tümüyle Chek çektiğinden filmin içinde bir “ara anlatı” doğurmasını ve kendi gerçekliğiyle bir video günlük olarak konumlanmasını planladım açıkçası. Geçtiğini görmekten mutluluk duyuyorum çünkü biraz hayalci bir yaklaşım ve klasik anlatıda pek de yeri olmayacak kurmaca fikirlere sahip bir bölüm.
Lübnan sahneleri filme nasıl dahil oldu? O görüntüler çekim sürecinden farklı bir döneme ait sanırım, bu videolardan haberin var mıydı?
Tam zamanında açıklamaya başlamışım! Lübnan sahneleri Chek’in kendi gelişimini ve değişimini kayda alma güdüsüyle oluştu. Bir başka deyişle filmin konusunu belirleyen o dönüşümün, kelebek yaratan o kozanın iç dünyasını temsil ediyor benim gözümde. Chek Lübnan’a gidince ortada kaldığımı düşünmüştüm az önce de söylediğim gibi. Fakat Hasan (Chek) hâlâ arkadaşımdı ve zor bir dönemden geçiyordu. O da benim kızgınlığımın farkındaydı ve hem benim hem de yarım kalan projemiz için bir şeyler yapmak istedi. En başta biraz gönül alma gibi “bak ben de çekiyorum burada atayım sana incele” gibi kandırmalı yorumlarla aklımı karıştırdı 😊 Görüntüleri izlerken genel bir kanım yoktu ve kızgınlıkla yaklaşıyordum; dolayısıyla aklımda hâlen film formlarına sahip bir yapı yoktu. Bir gün yine attığı görüntüleri incelerken kafamda şimşekler çaktı ve bütün filmi bir anda çekebilme şansına sahip oldum. Sonrasında ise onu basit sinematografik kurallarla yönlendirdim ve gösterdiği dönüşümü yani “kelebekleşmesini” daha anlaşılır bir düzeyde ifade eden görüntüler almasını sağladım. Kurguda nasıl göstereceğime de o an karar vermiştim ve tam da karar verdiğim gibi eski bir video günlüğe dönüştürmeyi başardık. Ve farklı bir zamansal yaratabildik. Lafı gelmişken iki arkadaşıma da çok teşekkür etmek istiyorum; senaristimiz Buse ve yardımcı yönetmen/kurgu işlerini gözünü kırpmadan alan Emir. İkisiyle birlikte yeni bir evren yaratabilmeyi başardık ve gelinen noktada bu plastiğe sahip bir yapım olmasından memnunum.
Filmin genel atmosferinde Videoart ya da çoklu ortam tarzının hâkim olduğunu görüyoruz. İtiraf etmem gerekirse kullandığın dil belgesel anlatılarda izlemekten en keyif aldığım tekniklerden biri diyebilirim. Genelde belgesel denildiği zaman “konuşan kafalar” görmeye maruz kalıyoruz. Senin farklı bir anlatım seçme tercihin nasıl gelişti? Belgesel sinemada nasıl gelişmeler, yenilikler bekliyorsun? İlk idollerin kimlerdi?
Belgesel sinema ile tanışmam üniversite yıllarıma dayanıyor. Ben de oldukça geleneksel bir belgesel okulundan geliyorum. O zamanlarda iki büyük belgeselciden, Turhan Yavuz ve Ertuğrul Karslıoğlu’ndan eğitim aldığım güzel bir dört yıl geçirdim. Her ikisi de benim üniversite dönemime, hatta belgesel sinema kariyerime etki etmiş ve ilk filmlerime ilham olmuşlardır. Fakat şunu da atlamamak gerekir ben İstanbul Kültür Üniversitesi’nin İletişim Tasarımı Bölümü’nden mezunum. Formal bir sinema eğitimi aldım; ancak beş modülden biriydi bölümümüzde. Dolayısıyla diğer modüllerin de katkısıyla sanatla ilişkimiz çok kuvvetliydi ki bunun bana önemli bir alımlama, anlamlandırma ve yorumlama kabiliyeti kazandırdığına inanıyorum. Öte yandan akademik kariyerim de belgesel filmle şekillenince ortaya koyduğum konforlu örneklerden rahatsız olmaya başladım. Bugün biraz daha radikal yaklaşıyorum belgesel filme ve kendi sinematografimde yeni bir mücadele başlatamayacaksam o konuya girmek içimden gelmiyor.
Ben artık belgesel filmlerin en başta “film” olmasını bekliyorum Türkiye’de. Geçmiş örneklerden ilham aldığını iddia eden, bir öğretiyi dikte eden, devamlı anlatan, susmayan ve sadece betimleme/şahit olma güdüsüyle hareket eden filmler gerçeği söylemek gerekirse beni yoruyor. Daha kötüsü o filmlerin çağın gerekliliklerini ve alımlama biçimlerini reddettiğini de düşünüyorum ki bu onlar için de topluluğumuz için de en kötüsü. Bugünün belgeselinden beklentim “belge” olmaktan öte “film” olan yapımlar görmek o sebeple. İdol meselesine de bu açıdan ve yakın tarihimizin örneklerinden yaklaşıyorum. Bu filmi yapmaya karar vermemi sağlayan iki film var; birincisi Deniz Telek’in Suyu Bulandıran Kız (2022) filmi. İkincisi ise Evrim İnci’nin Bulak (2020) filmi. Her iki yönetmen de çok sevdiğim ve değer verdiğim arkadaşlarım olmakla birlikte kendi çalışmamı ikisinin ortasında bir yerde konumlandırıyorum. Ne Evrim kadar kusursuz sinematografi ne de Deniz kadar buluntu üzerine inşa… Ben hayat kadar “kusursuz” bir sinematografik evren inşa etmek istiyorum. Tümüyle buluntu da benim için doğru bir metot değil.
Filmografin yoğun olarak belgesel projelerden oluşuyor. Fatma’dan Sonra 40 Yıl (2021), Ta’rîz; Dişe Diş, Söze Söz! (2017), Ta’rîz: Gri Şehrin Renkli Çocukları (2015) filmleri katıldıkları birçok festivalden ödülle dönen yapımlar olarak dikkat çekiyor. Kurmaca hikâyelere yönelmek gibi bir planın var mı, yoksa bir süre daha ismini belgesel filmlerde duymaya devam mı edeceğiz?
Bence günümüzde kurmaca, belgesel, deneysel gibi kavramlar iç içe geçmeye başladı. Film yapımı, yönetimi ve dağıtımı konularında son 10-15 yılda karşılaştığımız değişimler ve ortaya çıkan yeni anlatı-aktarım biçimleri artık türünün temsili filmler gördüğümüz bu dönemin yavaştan sonunu getirdi gibi. Başka bir deyişle kurmaca unsurlarla dolu belgeseller ve belgesel unsurlarla dolu kurmacalar görmeye başladığımız bir döneme giriyoruz. Benim sinemanın içinde olma hevesim ise hep gerçeklik üzerinden kurgulandı. Kurmaca sinemayı tümüyle reddetmem en azından bir akademisyen olarak çok da yapabileceğim bir şey değil tabii, ama gerçekliği stilize etmeyi daha zor buluyorum ve bu zorluk sanki film yaptığıma değiyormuş gibi hissettiriyor bana. Hep kullandığım bir sözdür; kurmaca film şart yaratmakla, belgesel film ise şartlara ayak uydurmakla ilgilidir. Her ne kadar ilişkileri olsa da gerçeklik, kimin gerçekliği olursa olsun benim film yapmamdaki en büyük sebeplerden biri ve bu yüzden belki arada bir kurmaca yapma ihtimalim olsa da belgesel film gerçekliğe verdiği rol sebebiyle var olmak istediğim ana alan olacaktır.
Genelde sokak kültürünü yaşatan filmler çekmeye özen gösteriyorsun. Sokaklar, duvarlar, müzikler filmlerinde önemli detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Bence sinemanın evrenselliği bu noktada bizleri yakalıyor: popüler, alışıldık şeylerin yerine bizlere farklı bakışları da göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Işıklı caddeler yerine arka sokakları da görme, tanıma şansı yakalıyoruz. “Underground” anlatı ya da duvarlar mesela, çoğu zaman sınır olarak gördüğümüz bir yapı; ancak senin filmlerinde sınırlar ortadan kalkıyor, duvarlar boyanıyor, yer altı gün yüzüne çıkıyor ve kendimiz gibi ya da kendi gibi olan insanların hayatına kolaylıkla dahil olabiliyoruz. Yanılıyor muyum?
Senin gibi birinden böyle sözler duymak beni aşırı mutlu etti. Evrendeki her şeyin atomlardan oluştuğu gibi hayatlarımız da küçük detaylardan oluşuyor bence. Bazen atlasak da küçük bir karar, önemli bir an, kendince bir başarım, açılan bir kapı… Tıpkı senaryo derslerinde verilen örnekler gibi hayatlarımız bu anlar üzerinden şekilleniyor. Benim yer altına duyduğum ilgi de bugün devasa bir endüstriye dönüşmüş Hip-Hop kültürüyle doğrudan ilişkili aslında. Hamurunda kendini ifade etme çabası bulunan bir kültür Hip-Hop. Var ettiği her şeyi ifade etme isteği üzerine inşa etmiş. Bakmayın bugüne, bugün öyle değil tabii, popülizm her şeyi yuttuğu gibi kutsal değerlerini de bitirdi ama benim arayışım çevremizi, duygu alemimizi renklendiren bu insanlara hak ettiği kıymeti vermek üzerine bir arayıştı ve o zaman çok saf duygularla yola çıkıyordu insanlar. Belgesel filmlerin bitmeyen geçerliliği de buradan geliyor; konunun iç dünyasına yapılan yolculuk ne kadar beğenilmese de tarihte bir şekilde var oluyor. Bugün benim 2016’da yaptığım filmi her yönüyle eleştirebilir, yerden yere vurabiliriz. Ancak o sokaklar, Karaköy Meydanı, Karaköy Kahvesi, bazı grafiticiler ve işleri artık bugün aramızda değil. İşte bu yüzden gerçeklikle oynamayı seviyor ve yer altında kendi gerçekliğini yaratmış insanların bana içini dökmesinden keyif alıyorum.
30 Yaşında Öğrendiğim Şeyler, 3. Niğde Ulusal Kısa Film Festivali Belgesel Film Yarışması Mansiyon Ödülü sahibi oldu. Katıldığı birçok festivalde finalist listesinde görmeye devam ediyoruz. 25. İzmir Kısa Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması kategorisinde izleyeceğiz. Filminin festival yolculuğu nasıl gidiyor, tepkilerden memnun musun? İlk izlenimler nasıldı?
Gerçeği söylemek gerekirse gidişattan memnunum. Herkes gibi ben de filmimi olabildiğince insan tüketsin istiyorum. Bu proje sinematografik anlayışım için bir milat açıkçası. İlk defa bir işimi içim rahat ede ede bitirdim. Hâliyle bu filmle birlikte kendimi biraz daha sinemaya yakın hissettiğim için gelen eleştirileri de oldukça değerli buluyorum. Hatta ilk kez konu değil film yapısı hakkında daha çok konuşmak zorunda kaldım bu gerçekten harika bir hismiş. Günün sonunda tüm eleştirileri hem sinema anlayışım hem de akademik kariyerim için heybeme koyuyorum. Benim için akademiden gelen biri olarak harika bir fırsat.
Bununla birlikte her ne kadar tek gösterim aracımız en başta festivaller olsa da, bunu da ne kadar sağlıklı yapabiliyoruz artık ondan pek emin değilim. Yaklaşık on yıldır festivallere katılıyorum, kimi zaman seyirci kimi zamansa katılımcı olarak pek çok festivalde özellikle kariyerimin başlangıcında çok şey öğrendiğimi ve film yapma konusunda beni en çok teşvik eden şeylerin başında da meslektaşlarımızla kurduğumuz bu etkileşim olduğunu açıkça söylemeliyim. Fakat günümüzde birkaç iyi örnek dışında güvenle ve rahatlıkla zaman geçirdiğimiz festivallerin sayısı oldukça azaldı. “Sosyal sorumluluk projesi” gibi üç beş belgesel gösterip tek ödülle geçiştirilen, asla telif ödenmeyen ve kurmaca-belgesel sinema arasında ciddi bir makas yaratan festivaller bizleri hep yormuştur. Ancak artık iş öyle bir noktaya geldi ki gözünüzün içine baka baka açıklaması mümkün olmayan usulsüzlükler, saygısızlıklar alkışlanmaya başladı topluluğumuzda. Bu koşullar altında belgesel sinemamızda ne yeni yönetmenler görmeye devam ederiz ne de film yapımı için sürdürülebilir bir ortam yaratabiliriz… Gelecek için endişe duyuyorum ve kendi konforu bozulana kadar sesini çıkarmayan tüm arkadaşlarımızı şartlar kendi lehine olsun olmasın, belgesel/kurmaca/deneysel/animasyon ne türde üretirse üretsin adil bir zemin için mücadele etmeye davet ediyorum.