Özellikle son yıllarda mutfak şeflerine duyulan ilgi ve hayranlık oldukça artmış durumda. Elbette bu artan ilginin birçok sebebi var: dünyanın her tarafında artarak açılmaya devam eden fine dining restoranlar, Michelin yıldızına verilen anlamın büyüklüğü, TV programları, Youtube ya da Tiktok videoları, sağlıklı yaşam akımı, yemek yemenin sadece karın doyurmaktan çıkıp bir sosyal etkinlik hâlini alması, pandemi sürecinde evde yemek yapmaya duyulan ilgi, markalaşan veya popüler hâle gelen bazı şefler, yemek yapmanın artık bir sanat olarak görülmesi ve daha nicesi…
21. yüzyılın en çok ilgi duyulan mesleklerinden biri olan şeflikle ilgili elbette birçok dizi ve sinema filmi çekildi ve çekilmeye de devam etmektedir. Fakat bu listede; genel geçer kriterlere uygun, ana akım tarafından kabullenilen, toplumun sinir uçlarına dokunmadan geleneksel yöntemlerle işini yapan, makul şefler yoktur. Bu listenin markajında muhafazakâr anlayışı tehdit eden, sınırları zorlayan, yemek yeme anlayışına ve yemekle ilgili her türlü fikre çomak sokan şefler vardır. Bu nedenle size tavsiyem; başta mutfakla, yemekle ve hayatla ilgili tüm değer yargılarınızı bir tarafa bırakarak yazıyı okumanızdır.
La Grande Bouffe (Yön. Marco Ferreri, 1973)
Marco Ferreri’nin her biri birbirinden sıra dışı filmlerinden biri olan ve zamanla kült bir klasiğe dönüşen La Grande Bouffe (1973), üst orta sınıfa mensup dört erkek üzerinden kapitalist düzenin aşırı tüketme arzusunu ele alıyor. Pilot, savcı, TV yüzü ve şef… Hayal ettiği her türlü arzu nesnesini elde etmiş olduğu için büyük bir tatminsizlik yaşayan bu dört erkek, yapmayı en iyi bildikleri şeyi gerçekleştirmeye, yani intihar etmeye karar verir. Bunun yolu da onlar için bellidir: kadın, yemek, seks ve yemek, yine yemek, durmadan yemek… Philip’in babasından kalma köşkünde toplanan ve durmadan yemek yiyen dört arkadaş içerisinde birinin büyük bir sorumluluğu vardır. Bir şef olan Ugo, bu intihar kampında da sanatını konuşturmak zorundadır.
Philip, Marcello ve Michel ile birlikte bir karar alan Ugo; en büyük sorumluluğu da böylece üstlenmiştir. Şef Ugo, sadece yemek yapmaz; alınan kararın hedefe ulaşması için sanatını en layığıyla inşa eder. Zira intihar aracı yemektir. Hem de en lezzetli, en şaşaalı, en ulaşılmaz yemeklerdir. Böylece Ugo, arkadaşlarından farklı olarak tüketmesinin yanında bir taraftan da üretir. Sinema tarihinin en enteresan şeflerinden biri olan Ugo, hem kendinin hem de arkadaşlarının sonunu, bizzat kendi elleriyle hazırladığı yemeklerle getirir. Jean Baudrillard tarafından kaleme alınan Tüketim Toplumu’ndan üç yıl sonra çekilen film, kitapta anlatılanların abartılı bir tezahürüdür. Tüketim toplumunun geldiği yeri, seyir zevkini oldukça zorlayan ikonik sahnelerle bir işkenceye çeviren La Grande Bouffe, bir yandan da tabaklardaki yemeklerle kadınların durumunu eşitleyerek gelinen noktada toplumun kadına bakış açısını da sorgulamaktadır.
Babette Feast (Yön.Cebrail Axel, 1987)
Karen Blixen’in Isak Dinesen takma adıyla yazdığı kısa öyküsünden uyarlanan Babette’s Feast, 19. yüzyılın sonlarında Danimarka’da dindar köylüler için ziyafet düzenlemeye karar veren bir hizmetçinin hikâyesini anlatıyor. Gabriel Axel tarafından senaryosu yazılan ve yönetilen film; her türlü dünya zevkinden el ayak çekerek huzurlu ve uhrevi bir hayat yaşamaya çalışan ama oldukça mutsuz olan minik bir cemaatin, sıra dışı bir yemek sunumu sayesinde aydınlanışını perdeye yansıtıyor. Yedikleri yemekler sayesinde oldukça insani tepkiler veren cemaat üyeleri; Babette’in ziyafeti sayesinde bu dünyada cenneti deneyimliyorlar.
Cemaatin dini lideri olan babalarını kaybettikten sonra tüm varlıklarını köylülerle paylaşan ve babalarının emanetine sahip çıkan kız kardeşler, bir gün onlara hiçbir karşılık talep etmeden hizmetçilik yapabileceğini söyleyen Babette’i evlerine kabul ederler. Lakin Babatte, aslında daha önce Paris’te ödüllü bir şeftir. Fakat hayat onu Danimarka’ya bir hizmetçi olarak sürüklemiştir. Ne var ki; Babette, yemek yapma sanatını icra etme dürtüsünü damarlarındaki her bir zerrede hissetmektedir. Bu nedenle de başına konan talih kuşu sayesinde kazandığı tüm parayı bir ziyafet sofrası hazırlamaya harcar. Böylece sanatını hiçbir kısıtlama olmadan icra ederek zirvede bırakır. Filmde hayatları boyunca deneyimlemedikleri bir tatla buluşan davetlilerin yaşadıkları tatmin duygusunu orgazm ile ifade etmek pek de yanlış olmaz.
The Cook, The Thief, His Wife & Her Lover (Yön. Peter Greenaway, 1989)
İngiliz sinemasının en ayrıksı, en ezber bozan, açıklamalarıyla ve yaptıklarıyla en çok sansasyon yaratan denilince kuşkusuz akla ilk gelen isimlerden biri Peter Greenaway olur. Zira sanatın neredeyse her dalıyla az ya da çok bağı olan (opera, resim, enstalasyon, video art…) Greenaway, fazlasıyla entelektüel, zeki ve oyunbaz bir karakterdir. Her fırsatta sinemanın öldüğünü veya sinemanın daha yeni gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyen bu kabına sığmaz, susturulamaz ve dinginleştirilemez yönetmenin ülkemizde ve dünyada en çok tanınmasını sağlayan, başyapıtı The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover’dır (1989). Birbirinden nefis anları, muhteşem ama bir o kadar da oyunbozan renk paleti, seyirciyi adeta içinde yok eden kadrajları, cesur hamleleri, her bir anında bir resim sergisi geziyormuşsun hissiyatını yaşatan tablovari kareleri ve daha neler neler… The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, üzerine sayfalarca fikir sunulabilecek, aynı şekilde bu fikirlerin hepsinin çürütülebileceği, zorlu, sert, büyülü, bambaşka bir dünyanın ta kendisidir.
Fakat filmin bu listeye girmesinin sebebi, filmin de ismine katkı sunan Aşçı’dır. Neredeyse tüm filmin geçtiği mekân olan restoranın şefi Albert, yemeklerini tabiri caizse tam anlamıyla aşkla yapar. Yemekler, aşkla nasıl mı yapılır? Albert, Georgina ile sevgilisinin yasak aşklarını yaşayabilmeleri için onlara mutfakta bir yer gösterir. Albert’ın onları bir perde arkasına götürmesiyle sabırsızlanan âşıklar birbirlerine benliklerini de vücutlarını da teklifsizce sunarlar. Bu ateşli sevişme, mutfakta yapılan yemeğin gidişatı ile paralel kurguda izlenir. Zira tüm bu süreç; Richard’a (Georgina’nın kocası) sunulacak olan yemeğin ya da ihanetin hazırlanışıdır. Bir yanda yemek, bir yanda ihanet pişer. Hem de en ateşlisinden. Mutfakta bıçakların bilenmesi ön sevişme, sebzelerin bıçak ile kesilmeleri ise vulva ile penisin tutkuyla buluşmasını temsil ederken, salatalığın dilimlenmesiyle ihanetin de yemeğin de son hamlesi tamamlanmış olur. Peki, mutfağında sevgililerin aşk yapmasına izin veren şef olarak hafızalara kazınan Albert’in bu listeye girmemesi mümkün müdür?
Delicatessen (Yön. Marc Caro ve Jean – Pierre Jeunet, 1991)
70’li yılların sonunda tanışan Fransız yönetmen Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun sürrealist ile distopik film türünü harmanlayan, kara mizaha da göz kırpan kült eseri Delicatessen (1991), listeye kaçak giriş yapan bir film. Zira filmde bilinen anlamda bir şef yoktur. Lakin Clapet isimli kasap, her ne kadar yemek pişirmese de pişirmek dışında yaptıklarıyla bir mutfak şefinin tanımında bulunan birçok görevi yerine getirmektedir. Kasabın kendisinin de yaşadığı apartman, restoran olarak düşünülürse; restorandaki müşterilere ikram edilecek menünün belirlenmesi, malzeme tedariki gibi görevler denilince Clapet’ten başkası akla gelmez. Üstelik beyaz önlüğü, birçok kesici alet edevatı ve tüm restoranın yönetimini elinde tutmasıyla şef olarak adlandırılmayı sonuna kadar hak eder. Peki, filmi sıra dışı yapan nedir?
Her distopik filmde olduğu gibi bilinmeyen bir sebepten dolayı gezegen can çekişmektedir. Üretim durmuş, açlık baş göstermiştir. Bu kıtlık hâlinde insanlık ikiye ayrılmış; bir kısmı vejetaryen beslenmeyi tercih ederek tohumlarla hayatta kalmayı bir kısmı ise insan eti de dâhil olmak üzere her türlü cesedi yiyerek yaşamayı seçmiştir. İşte filmdeki kasap karakteri, gazeteye dükkân için verdiği iş ilanı ile avladığı insanları bizzat kendi elleriyle keserek; cesetleri et formuna dönüştürür. Restoran müşterisi olarak konumlandırabileceğimiz apartman sakinleri ise tüm bunları bilip susmayı, paketlenerek satılan ceset parçalarını satın alarak (Para olmadığı için takas ile alışveriş yapılmaktadır.) tüm bu sürecin devam etmesine ön ayak olmaktadır. Aslında eti yenilen türün farklı olması dışında hikâye çok tanıdık değil mi?
Ratatouille (Yön. Brad Bird ve Jan Pinkava, 2007)
Pixar’ın gelmiş geçmiş en nitelikli aynı zamanda da en sıra dışı işlerinden biri olan Ratatouille (2007); insanların en tiksindiği, ismini bile duymaya tahammül edemediği, gördüğü an ürperdiği bir hayvanı başrole oturtur. Üstelik insanların aynı ortamda bile bulunduğunda birçok bulaşıcı ve ölümcül hastalığa yakalanmaktan korktuğu hayvanlardan biri olan fareyi, restoranda konumlandırmak şeytanın aklına gelmeyecek bir hamledir. Zira Brad Bird’ün yönettiği film, çocuklara yönelik değil daha çok yetişkinlere yöneliktir. Çocuklar, bu tür konularda daha açık olsalar da yetişkin dünyasında sınırlar daha net çizilmiştir. Bu anlamda mutfakta yemek yapan bir fare fikri, baştan sona cesaret örneğidir.
İnsan türüne en yakın hayvanlardan biri olan farelerin, tüm besinleri ayırt etmeden tüketebilmesi ve bilinen en sosyal türlerden biri olması; şef olma hayali olan bir fare fikrini hiç de tuhaf yapmıyor aslında. Mutfaktaki becerisiyle, merakıyla ve lezzete düşkün olmasıyla öne çıkan ve Gusteau’s isimli restoranda harikalar yaratan Remy için sinema tarihinin en ayrıksı şeflerinden biridir demek pekâlâ mümkündür. Çorbadan tatlılara her türlü yemeğin hakkını veren Remy’nin neredeyse hiçbir şeyi beğenmeyen, Paris’in en ünlü yemek eleştirmenini ratatouille ile tavladığı sahne ise filmin en unutulmaz anlarıdır. Ratatouille, tüm bunların yanında filmin her anında farelerin hayatın bir parçası olduğunun da sık sık altını çizmesiyle takdir kazanan, bol ödüllü bir filmdir.
Sofra Sırları (Yön. Ümit Ünal, 2017)
Ümit Ünal’ın yerli sinemanın en şahsına münhasır şefini yarattığı filmi Sofra Sırları (2017), kadının, toplumdaki yeri üzerinden yola çıkıp temsili de olsa kadının özgürleşmesini, önüne çıkan tüm engelleri (erkekleri) alt etmesini, ülkemiz sinemasında eşine pek de rastlanamayan kara mizah türünden çokça beslenerek dile getiriyor. Demet Evgar’ın oyunculuğu ile ete kemiğe bürünen ve perdede devleşen Neslihan karakteri bir yandan alabildiğine saf, bir yandan da alabildiğine zeki ve hınzır olabilen biridir. Neslihan, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi görünürken bir anda tüm kontrolü eline almaktan çekinmeyen, yavaştan yavaştan çevresindeki herkesi parmağında oynatmayı başaran bir kadındır.
Neslihan her ne kadar yalnız, rutin ve sıkıcı bir hayata sahip olsa da kendi seçtiği hayatı yaşar. Halasının karşı çıkmasına rağmen Ethem (Fatih Al) ile kaçarak evlenmiş ve evliliğinin rutine binmesi gibi durumları kabullenmiş gibi görünür. Fakat kocası tarafından bu rutinin bozulmaya çalışılması, Neslihan için kabul edilebilecek bir şey olamaz. Neslihan’ın kendisinden ayrılmak isteyen kocasının onu tekrar geldiği yere İstanbul’a göndermek istemesi karşısında tavrı önemlidir. Zira Neslihan için önemli olan kocası değil yaşadığı, alıştığı ev ve hayattır. Neslihan, yıllardır evli olduğu kocasına değil de evine, eşyalarına, zamanladığı işlerine bağlılık duyar aslında. Bu nedenle ilk başta rutininin bozulmaması için sonrasında ise özgürleşmesini engelleyecek her şeyi ortadan kaldırır. Üstelik bu yolunu temizleme harekâtını en iyi bildiği yerden silahlarını seçerek yapar: Hayatı boyunca zamanını en çok geçirdiği mutfak, Neslihan’a oldukça iyi malzeme verir. Burada altı çizilmesi gereken; kadının, özgürleşmeyi erkek tarafından itelenip, hapsedildiği mutfaktan gerçekleştirmesi olur. Kadın bir nevi erkeği hiç ummadığı bir yerden tuzağa düşürür.
The Menu (Yön. Mark Mylod, 2022)
Listedeki La Grande Bouffe gibi The Menu (2022) de birer tüketim çılgınına dönen ama aynı zamanda da gerçeklikle bağını koparmış ve tamamen performans üzerine kurulu, samimiyetten uzak bir hayat yaşayan kesimi hedefine oturtuyor. Margot, fine dining bir restorandaki oldukça maliyetli olan deneyimi satın alan on iki kişinin arasında olmamasına rağmen o akşam restorandadır. Oysaki gözlerden uzakta bir adada bulunan meşhur restorana bir yabancının girmesi mümkün değildir. Bu nedenle de başta restoranın ünlü şefi Slowik olmak üzere herkes bu durumdan rahatsız olur. The Menu, başrole oturttuğu Şef Slowik’in ve ekibinin muhteşem performansıyla kendini var eden bir filmdir.
Filmin bir sahnesi haricinde bir şeften beklenen anlamda görevini icra etmeyen Şef Slowik; yemek yemekten, lezzeti gerçek anlamda deneyimlemekten daha çok performansa; takdir etmekten daha çok sergilenen performansın bir parçası olmaya çalışan müşteri profilinden sıkılmış ve tek kelimeyle tiksindiği müşterilerine karşı intikam planı geliştirmiştir. Şef Slowik, mutfakta yiyecek malzemeleri üzerinden gerçekleştirdiği füzyonu bir nevi müşterilerine de uygulamaya başlar. Slowik, kendini var ettiği ama aynı zamanda herkesten ve her şeyden nefret etmesinin sebebi olan mekânı intikam mahalline dönüştürmesiyle hafızalara kazınır.