Nan va Koutcheh (Yön. Abbas Kiarostami, 1970)
Dünya sinemasının efsane yönetmenlerinden Kiarostami’nin elinden çıkmış on dakikalık bir şaheser… Çocuk korkuların, koşulsuz güven duyulan bir mabede koşar adım sığınışları… Bakışların, etrafı yaldızlı bir masumiyetle bezenmiş berrak bir ayna misali, küçük kalplerden yansıyıp; hayatın tozlu ve kıvrımlı yollarına uzandığı minik bir kovalamaca…Yönetmenin şiir gibi akıp giden uzun metrajlarının âdeta habercisi niteliğindeki Nan va Koutcheh (1970), hayatın hızlı nabzında, belki de kendimize büyük kötülüğü yaparak, her geçen gün biraz daha körelttiğimiz sade ve naif duyguların, algılayışların, kelimelerle tasvir edilemeyen ulu hislerin peşinde sürüklüyor seyirciyi. Kadrajını hesapsız bir korkunun ve merhametin sarmaladığı siyah beyaz bir hatıralar geçidine çeviriyor.
Getürkt (Yön. Fatih Akın, 1996)
Almanca ’da bilinçli olarak yanıltmak, sahtekârlık ve düzenbazlık anlamlarına gelen getürkt kelimesi; Fatih Akın’ın sıcak bir yaz günü, Şile’de geçen aksiyon dolu komedisine hayat veriyor. Chicago Film Festivali’nden ödülle dönen Getürkt (1996), yönetmenin filmografisinde kemikleşmiş olan Head-On (2004) ve Soul Kitchen (2009) gibi filmlerinin yolunu aydınlatan bir ön izlemeye dönüşüyor. Tempo, kara mizah ve Türk işi bir sahtekârlığın, izleyiciyi Tarantinovari bir serüvene çıkardığı filmde yönetmen, Musa karakterindeki oyunculuğu ile yüzlerde büyük bir tebessüm bırakmayı başarırken; yazın bunaltıcı ve buğulu atmosferinin kuşattığı bar ve araba sahneleriyle, nefes nefese bir anlatımın özgün mimarına dönüşüyor.
Nocturne (Yön. Lars von Trier, 1980)
Düşsel bir evrenin yarı uykulu sayıklamasında, kâbustan bir örümceğin sinsice ördüğü boğucu ağların çıkmazına takılıp kalmış bir kadın ve özgürlüğe; belki de içimizdeki tutsaklığın derinliklerine doğru kanat çırpan bir kuş sürüsü… Yere çakılmanın gittikçe sessizleşen sancısıyla, insanlığı kendi yarattığı paralel bir galakside, acılarının biçimsiz koridorlarında gezdiren Lars von Trier, çektiği ilk kısa film olan Nocturne (1980) ile, sinemasına dair pek çok ögeyi, algılarımızın ulaşılması zor köşelerine nakşederken; Avrupa’da, dönemin önemli film eleştirmenlerinin de ilgisini çekmeyi başarıyor ve günümüze kadar uzanan sinema macerasının gizemli kapılarını usulca aralıyor.
The Big Shave (Yön. Martin Scorsese, 1967)
Scorsese’ın çarpıcı bir metaforik anlatımın gölgesindeki The Big Shave’i (1967); Abd’nin Vietnam Savaşı’ndaki rolünü, beyazlar içerisindeki bir banyoda, sakalsız suratını defalarca tıraş eden ve en nihayetinde yüzünü tabiri yerindeyse delik deşik ederek tüm banyoyu ufak çapta bir kan gölüne çeviren genç bir adam üzerinden anlatıyor. Filmin çekildiği dönemde, dünyanın iki süper gücünden biri olarak nitelendirilen Abd’nin, Sovyetler ile arasındaki uyuşmazlık ve bu gerilim neticesinde aldığı savaş kararı, halkının hafızalarına gereği olmadığı hâlde sürüklenilen bir yıkım olarak kazınan acı bir mağlubiyete dönüşmüştür. Filmde beş dakika boyunca kendini tekrar eden hareketlerle, ihtiyacı olmayan bir tıraş ritüeli sürdüren gencin, bu anlamda savaş sonrası büyük hayal kırıklığına yol açan Abd’yi temsil ettiği düşünülmüştür.