Herkese merhaba. Bu ayki dosyamızı sinema tarihinin en önemli film hareketlerinden olan Yeni Gerçekçilik Akımı’na ayırdık. İkinci Dünya Savaşı döneminde Hollywood’un ve İtalya’daki ‘beyaz telefon’ filmlerinin sadece duygusal bir etki yaratmaya odaklı anlayışına bir tepki olarak İtalya’da çıkan ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği olarak da bilinen akım, seyircide gerçekçilik hissini artırma ve filme daha nesnel bakmasını sağlama anlayışını benimsemişti. Böylece star sisteminin aksine amatör oyuncularla çalışılmış; çekimlerde mümkün mertebe stüdyolar yerine gerçek mekanlar tercih edilmiş; anlatımda da ağdalı bir söylemden kaçınıp alabildiğine sade ve yalın bir dil oluşturulmuştu. ‘Sinema ve gerçekllik’ ekseninden bakıldığında bu akımın değeri ve sinemaya katkıları göz ardı edilemez bir noktada. Çünkü “sinemanın esas görevi nedir?” gibi bir soruya cevap aranmış, o güne dek benzerine pek rastlanmayan anlamlar yüklenmişti. Yeni Gerçekçilik Akımı ile birlikte kamera artık sokaklara girmiş, toplumsal yaşam daha bir özveriyle gözlemlenmiş ve dert edinilen konular bireyselden ziyade daha çok yoksulluk, savaş, siyasi düzen, ekomik çatışma gibi kitleleri ilgilendiren meselelerden seçilmişti. Bu akımı en iyi temsil eden örnekleri sizler için izleyip kaleme aldık. Keyifli okumalar.
*Filmlerin sıralanışı afabetiktir.
Accattone (1961 – Pier Paolo Pasolini)
Ünlü İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin ilk yönetmenlik denemesi olan Accattone, Roma’nın varoşlarında yaşayan eğitimsiz, aylak, yoksul, suça teşne alt tabaka gençlerin umut arayışı içinde geçen yaşam mücadelelerini yalın bir dille beyazperdeye taşıyor. Film, sinemaya yeni gerçekçilik akımının etkin olduğu yıllarda senaryo yazarı olarak başlayan Pasolini’nin Mamma Roma (1962) ile birlikte akımdan yoğun izler taşıyan iki filminden biri aynı zamanda. Stüdyo yerine gerçek mekanlarda yapılan çekimleri, amatör oyuncu kullanımı, doğal ışık, yalın kurgu, gösterişsiz ve süssüz sanat yönetimi ile Yeni Gerçekçilik’in estetik geleneğini devam ettiren Accattone, marksist eğilimi ve dinsel referanslarıyla Pasolini’nin daha sonra çekeceği filmler adına da ipuçları veriyor. Gösterildiği dönemde sansüre uğrayan ve kimi çevrelerce skandal olarak değerlendirilen filmin yönetmen yardımcılığını geleceğin ünlü yönetmeni Bernardo Bertolucci’nin yaptığını da hatırlatalım. (Burak Acar)
Germania, Anno Zero (Germany Year Zero, 1948 – Roberto Rossellini)
‘‘İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar yenilince, İtalyanlar da yenik sayıldı.’’
İtalya, kendi toplumuna ve çocuklarına böyle masal anlatmadı. Aksine Yeni Gerçekçilik adında; ülkeye has, karakterli bir sinema akımı çıkardı. Gerçekçiliği sayesinde masallara kanmadı/masallara kanmadığı için de bu gerçekçiliği ortaya çıkarabildi. Akımın öncülerinden Roberto Rossellini’nin filmini de; yıkımın çok daha ağır yaşandığı Almanya’ya taşımasının mantığını burada aramak gerek. Savaş sonrası, ülke yıkıntılar arasında ‘sıfır yılındayken’; açlık ve sefaletin dibindeki standart bir ailenin, bütün ümitlerini ve geçim yükünü bindirdiği çocuğunun (bir nevi çocuk ulusun), hayatın zorlu gerçekleriyle yüzleşmesinin filmini izleriz onun gözünden. ‘Çocuklar korkunç Allahım’ der ya Dağlarca (veya Rossellini); sahiden de korkunçtur şeker yiyemeyen çocuklar. (Salihcan Sezer)
I Vitelloni (I Vitelloni, 1952 – Federico Fellini)
Bir filme veya filmin detayına ‘karikatür’ demek, çağımızın yazılarında sık kullanılan bir ‘hakaret’ gibi algılanıyor. Paralel söylemler; ‘tek boyutlu’, ‘yüzeysel’ ve benzerleri de hakeza. Federico Fellini’yse eski bir karikatürist olarak, bu tür eskileri alıp yıldız yapıyor adeta! Balkabağını faytona çevirebilen sanatçının, karikatüristliğinin zirve noktası I Vitelloni. Bu ilk hitinde, doğal gelişi-güzelliği içindeki eğlenceli mizansenlerinde; saflığının ve ham(arat)lığının izlerini görüyoruz. Fellini’nin kendi ruhundan üflediği; farklı karakterdeki, birbirleriyle arkadaş, boş gezen beş ‘aylak dananın’ da hayatlarının ve hayallerinin arasındaki uçurumda salınıyoruz. Düşlerle gerçekler rekabet ederken, yeni gerçekçilik akımı da tıpkı izleyici gibi mizah, komedi ve ince alayla sınanıp sorgulanıyor: Düş bittiğinde elde kalan ayakkabıyla ne yapmalı? (Salihcan Sezer)
Il Posto (1961 – Ermanno Olmi)
Kariyerinin ilk yıllarında ağırlıklı olarak belgesel film çeken Ermanno Olmi’nin I Fidanzati (1963) ile erken dönem başyapıtları arasında sayılan Il Posto, Milano’nun varoşlarında yaşayan, ailesinin geçimine katkı sağlamak için eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış, az vasıflı Domenico’nun iş bulma ve tutunma hikâyesini anlatıyor. Yalın bir sinema diliyle, profesyonel olmayan oyuncuların doğaçlama ağırlıklı performanslarıyla, tamamı gerçek mekanlarda geçen film, orta sınıfın günlük yaşamından kesitler sunuyor ve Domenico ile aynı iş yerinde çalışmak için mülakata giren Antonietta’yı merkeze alarak küçük insanların büyük şehirde hissettikleri yalnızlık ve yabancılaşma sorunlarına dikkat çekiyor. David di Donatello Film Ödülleri’nde “En İyi Yönetmen”, Venedik Film Festivali’nde de İtalyan Film Eleştirmenleri ödülünü kazanan Il Posto, her ne kadar yönetmeni Olmi tarafından yeni gerçekçilik akımına dahil olmadığı savunulsa da pek çok özelliğiyle postneoralist dönemin en tipik örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. (Burak Acar)
La Terra Trema: Episodio del Mare (The Earth Trembles, 1948 – Luchino Visconti)
Yeni Gerçekçilik Akımı’nın önemli eserlerinden biri olan La terra trema, 1947-48 yıllarında Sicilya’da bir balıkçı kasabasında geçer. Taş evlerde yaşayan balıkçıların öyküsünde, erkeklerini denize uğurlayan hasret ve endişe içindeki kadınlar, denizin dalgaları kadar amansız toptancılar ve dolu ağlarına rağmen yarının endişesi içindeki balıkçılara yer verilir. Düzene karşı duran gençler ile umutsuz ama bilge yaşlıların çatışması işlenirken, terazilerin denize atıldığı sahne dengelerin nihayet değişmesi gerektiğini simgeler niteliktedir. Filmdeki sosyal gerçeklik aşkta da kendini gösterir. Aşk, zengin ve bağımsızların hakkıdır. Özellikle memurun fakir kıza eşarp hediye ettiği sahnede aradaki uçurumlar ve -kızın haketmediği- eşarbın bir günah misali sunuluşu dikkat çeker. Düzene isyanın, haksızlığın kelime anlamına kulaklarını tıkayan zihniyetle savaşını tüm yeni gerçekçilik öğeleriyle izlediğimiz film yönetmen Luchino Visconti’ye 1948 Venedik Film Festivalinde “En İyi Film” ödülünü kazandırmıştır. (Yeliz Çakmakçıoğlu)
Ladri di Biciclette (The Bicycle Thieves, 1948 – Vittorio De Sica)
Vittorio De Sica’nın İtalyan Yeni Gerçekçiliği kapsamındaki bu ikinci çalışmasına II. Dünya Savaşı’ndan harap biçimde çıkmış Roma şehrinin yoksulluk, işsizlik ve çaresizlik atmosferi hakimdir. Talih bu kez İşçi Bulma Kurumu’nda çare arayan kalabalıktan biri olan Antonio Ricci’nin yüzüne güler ve bir işi olur. Şehrin duvarlarına afiş yapıştırmak gibi nispeten rahat bir işe kavuşması için sahip olması gereken tek özellik bir bisiklete sahip olmaktır. Eşyalarını rehin vererek edindikleri bisikletle umutları biraz yerine gelen baba ve oğul, ellerine geçen bu yaşama şansını yitirmemek için tüm engellere karşın direneceklerdir.
Uzun bir süre iktidar yanlısı “Beyaz Telefon” filmlerinin aranan jönü olan Vittorio de Sica’nın hayatı senarist Cesare Zavattini ile karşılaşmasıyla değişir. Birlikte ilk çalışmaları olan Sciussia (1946)’nın ardından gerçekleştirdikleri bu yapımda tümüyle amatör oyuncularla çalışmanın, doğal ışık ve kurgudan faydalanmanın yanı sıra toplumun tüm sosyal mekanlarının – karakol, lokanta, kilise, genelev vb. – bir belgeselini yansıtırlar beyazperdeye. Gösterime girdiği dönemde yalnızca ülkesindeki neredeyse tüm ödülleri almakla kalmamış, dünyanın dört bir yanındaki jüriler tarafından da takdir ve ödüle boğulmuş olan Ladri di Biciclette neo-realizmin en bilinir filmi olma özelliğini taşımaktadır. (Aysan Sulu)
Mamma Roma (1962 – Pier Paolo Pasolini)
Pier Paolo Pasolini, döneminin İtalyan yönetmenlerinden çok farklı bir yerde dursa da kariyerinin ilk iki filminde doğduğu toprakların sinemasına şekil veren Yeni Gerçekçilik Akımı’nın etkilerine rastlamak mümkün. Bu filmlerden ikincisi olan Mamma Roma’da akımın önemli yüzlerinden Anna Magnani’yi başrole taşıyan yönetmen; fahişelikle geçirdiği uzun yılların ardından 16 yaşındaki oğlunu yanına alarak hayatında temiz bir sayfa açmaya çalışan orta yaşlı bir kadının, gerçekliği bugünden ve yarından daha somut olan geçmişiyle verdiği kıyasıya mücadeleyi gözler önüne serer.
İtalyan gettosunda geçen elemli hikayesinde diğer birçok filminde olduğu üzere çoğunluğu amatörlerden oluşan bir oyuncu kadrosuyla çalışan yönetmenin bu tavrı filmin akımla kurduğu bağı kuvvetlendirirken Pasoli’nin bu tercihinin biat ettiği nedenler – akımın öncü yönetmenlerininkinden farklı olarak – sinemanın şeffaflık kuralına saldıran ve gücünü inandırıcı olamamaktan alan bir gerçekçilik kompozisyonunda aranmalıdır.
Pasolini filmografisine damga vuran sistem eleştirilerin ilk tohumlarının atıldığı gözlenen Mamma Roma, on üç yıl sonra yönetmenin korkunç ölümüne sebep olacak faşist kitlenin kendisine karşı atağa geçtiği ilk film olarak da anılabilir. (Soner Yıldırım)
Ossessione (Obsession, 1942 – Luchino Visconti)
İtalya’da Mussolini faşizminin iktidarda olduğu yıllarda, iktidarın desteklediği yüksek bütçeli ‘beyaz telefon’ filmlerine karşı manifesto niteliği taşıyan ve bu özelliğiyle kimi sinema tarihçilerince Yeni Gerçekçilik’in ilk filmi olarak kabul edilen Ossessione, Amerikalı yazar James Cain’in romanı “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”ın sinema uyarlamasıdır.
İlk yönetmenlik tecrübesini bu filmle yaşayan Luchino Visconti, Cain’in evli bir kadınla yakışıklı bir serserinin yasak ilişkisini anlattığı romanını, Renoir’ın şiirsel gerçekçiliğinden ve gerçekçi yazar Verga’dan etkilenerek İtalya’ya özgü bir bakışla ele almıştır.
Negatifi yakılan Ossessione’nin gösterimi sansür nedeniyle 1944’te yapılır. Visconti ise soysuzlukla suçlanmış, filmin senaristi tutuklanmış ve sinema bir rahipçe kutsanarak kirden arındırılmıştır.
Film, siyasal ve toplumsal meseleleri merkezine alan diğer yeni gerçekçi filmlerden ayrı bir yerde dursa da, gerçekçi oyunculukları, kamerasını stüdyodan İtalya sokaklarına çıkarması, alt metinde yaptığı yoksulluk ve sınıfsal farklılık vurgusu gibi özellikleri nedeniyle yeni gerçekçi filmler arasında zikredilmeyi hak eden öncü film bir olarak karşımızda duruyor. (Yasemin Kartal)
Paisa (Paisan, 1946 – Roberto Rossellini)
Roberto Rossellini’nin savaş üçlemesinin ikincisi Paisa, kuşkusuz hem Yeni Gerçekçilik Akımı içerisinde hem de İtalyan sinemasında önemli bir yere sahiptir. Birbirinden bağımsız altı bölümden oluşan yapım, 2. Dünya Savaşı sonrası İtalya’da oluşan yıkımı ve çıkışsızlığı Rossellini’nin yalın anlatımıyla toplumsal, ekonomik ve ahlaki açıdan gözler önüne seriyordu. Rossellini, minimalizm etkili sert ve etkileyici sahneleri haber görüntüleriyle desteklerken cinema-verite tekniğiyle de filmi bir belge-film hüviyetine kavuşturuyordu. Amerikalı, Alman ve İtalyan karakterler arasındaki zıt diyalog kullanımı, dil engelleri nedeniyle oluşan iletişim sorununu odak noktasına alıyor, altı bölümde de güçlü dramatik karşıtlıklar kurarak kimi zaman dokunaklı, kimi zaman gerilimli bir savaş zamanı portresine imza atıyordu. (Halil İbrahim Sağlam)
Riso Amaro (Bitter Rice, 1949 – Giuseppe De Santis)
Giuseppe de Santis’in İtalyan sinema tarihinde değerli bir yer edinmiş filmi Riso Amaro, hem sinematografik açıdan hem de hikayesinde barındırdığı elementlerle Yeni Gerçekçilik Akımı’nın en önemli örneklerinden biridir. Barakalarda yaşayan ve uzun mesai saatlerince pirinç toplayan kadınlardan biri olan Silvana’nın hikayesinde, dramın yoğunluğu kadar komedi ve gerilim unsurlarına da yer verilmiştir. De Santis merkezde sınıf çatışmasını ele alsa da, sınıflar içindeki kargaşayı da öne çıkarmıştır. Sözleşmesiz çalışanların diğer çalışanlar tarafından dışlanması ve aralarındaki iş yarışı buna bir örnektir. Yine aynı şekilde bu iki grubun tarlada şarkılı atışmaları, üstü kapalı bir düşmanlık gibi görünse de hepsi için zor şartları hafifleten bir meşgale şeklinde sunulmuş olup filme müzikal bir boyut da kazandırmıştır. Güçsüz olanın kaybettiği dünyalarında bu işçi kadınların emeklerinin kutsallığı ise toprak misali ölünün üzerine serpilen pirinç taneleriyle çarpıcı bir şekilde sunulmuştur. (Yeliz Çakmakçıoğlu)
Rocco e i Suoi Fratelli (Rocco and His Brothers, 1960 – Luchino Visconti)
Rosaria (Katina Paxinou), eşinin vefatının ardından 4 oğlunu yanına alarak güney İtalya’daki Lucania’dan Milano’ya, 5. oğlu Vincenzo (Spiros Focás)’nun yanına göç eder. Köyün zor yaşam koşullarından kurtulmak, şehre yerleşmek ve daha konforlu bir hayat sürmenin peşindedir Parondi ailesi. Milano’da yaşam düşündükleri gibi kolay olmayacaktır; barınma, iş bulma ve şehir insanlarına uyum sağlama mücadelesi zamanla Rocco (Alain Delon) ve Simone (Renato Salvatori) kardeşleri karşı karşıya getirir. Aile birliğinin temelleri güzel Nadia (Annie Girardot)’ya duyulan aşkla sarsılacaktır. Luchino Visconti’nin Türkçe adıyla Düşman Kardeşler‘i gerek gündelik yaşam örgüsünü anlatışındaki doğallık, gerek karakterlerinin duygusal ve kırılgan iç dünyalarının dışa vurumu ve gerekse ahlaki çöküşün ön plana çıkarılmasıyla İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının başarılı bir örneği olarak kabul edilir. (Çağın Şentürk)
Roma, Citta Aperta (Rome, Open City, 1945 – Roberto Rosselini)
İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilerin, İtalya’yı işgal ettiği karanlık zamanları anlatan filmde, gestapolar ve Nazi teşkilatı, direnişçilerin önderi Giorgio Manfredi’nin peşindedir. Giorgio’nun arkadaşı Francesco ve evlenmek üzere olduğu Pina, adamın yakalanmaması için seferber olur…
İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının başlangıç filmi olarak kabul edilen Rome, Citta Aperta, aynı zamanda yönetmen Roberto Rosselini’nin savaş üçlemesinin de birinci halkasıdır. Henüz Roma’daki işgal bitmeden sıcağı sıcağına gerçek savaş atmosferinde çekilmesi, birkaç oyuncunun haricindeki tüm kadronun amatör oluşu, gün ışığına yapılan vurgu, işkence sahneleri dahil her sahnesinde muhafaza ettiği gerçekçilik hissi, kahraman ikonu yaratmadan öyküsünü bir direnişe ve örgütlenmeye odaklaması gibi birçok detayla bu akımın amentüsünü oluşturur Rosselini. Hollywood sinemasındaki abartılı duygusallığa ve yanlı anlatıma tepkisel olarak Rome, Citta Aperta, alabildiğine soğukkanlı ve yalın anlatımıyla birlikte karakterleri derinleştirip gerçekçi kılmasıyla da hem İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının, hem de savaş filmlerinin en kayda değer örneklerinden birisidir. (Emrah Öztürk)
Sciuscià (Shoeshine, 1946 – Vittorio De Sica)
İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkılmış, Roma sokaklarında küçük çocukların ayakkabı boyacılığı yaparak para kazanmaya çalıştığı, yoksulluktan kırılan ailelerin topluca virane binalarda yaşadığı yılların atmosferini yansıtır yönetmen Vittorio De Sica, Sciuscià (Ragazzi) (1946)’nın ilk sahnelerinde. Pasquale (Franco Interlenghi) ve Giuseppe (Rinaldo Smordoni) için hayatın anlamı, hayran oldukları atı satın alabilmekten geçer. Kendi karınlarını bile doyurmakta güçlük çeken, 8 – 10 yaşlarındaki bu iki çocuk, kazandıkları parayı atı alabilmek için biriktirirler. Bir gün, Giuseppe’nin ağabeyi tarafından bir suça ortak edilirler ve yakalanarak cezaya çarptırılırlar. Dönemin çocuk hapishanelerindeki yokluk, bakımsızlık ve sefalet içindeki çocukların umutsuzlukları ve hayal kırıklıkları gözler önüne serilir. Pasquale ve Giuseppe’nin aralarındaki saf ve temiz sevgiyle kurulmuş arkadaşlık bağı, güç sahipleri tarafından kullanılarak kirletilmeye çalışılırken masumiyetin kayboluşunu izleriz. (Çağın Şentürk)
Umberto D. (1952 – Vittorio de Sica)
Yeni Gerçekçilik Akımı’nın hem zirve noktalarından biri, hem de genel görüşe göre bu akıma dahil olan son film olarak nitelendirilen Umberto D., akımın kurucularından Cesare Zavattini’nin gerçek hikayesine dayanmaktadır. Filmin başrol oyuncusu Carlo Battisti, esasında Floransa Üniversitesi’nden emekli bir fizik profesörüdür. Akımın profesyonel olmayan oyuncular, Hollywood’a tepki olarak doğan stüdyo yerine doğal dış mekan kullanımı, klasik anlatılı bir hikaye örgüsüne sahip olmaması gibi şablonlarıyla uyumluluk gösteren film, savaş sonrası İtalya’sında emekli bir devlet memurunun kısıtlı geliri ve köpeği Flike ile verdiği hayat mücadelesini anlatmaktaydı. Yer yer melodrama kayma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlarda neorealist etkisini devreye sokan film, birey üzerinden toplumu ahlaki ve vicdani boyutlarıyla sorguluyordu. (Halil İbrahim Sağlam)