Sinemanın tarihi süreçteki gelişimini düşündüğümüzde toplumsal olayları ve teknolojinin gelişimini temellendirme noktaları olarak alabiliriz. İzleyici kitlesinin beklentileriyle beraber sinemacıların değişen dünyaya nasıl tepki verdikleri filmlerinin içeriğini doğrudan etkilemektedir. Aynı zamanda film yapım süreci içinde kullanılan tekniklerle de bu tepkilerin yansımasını filmin yapısında görmek mümkün olur. Tekniklerin teorik ve eleştirel olarak geliştirilmesinin yanı sıra teknolojinin sunduğu imkanlar bu alandaki düşünceleri genişletmektedir. Örnek olarak sinemaya sesin dahil olması, teknolojik imkanların sinemayı değişime, farklı bir yaklaşım noktasına ittirmesi bu öncü çıkışlardan biriydi. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı’nı sinemanın diğer büyük etkileyicilerinden biri olarak saymak da mümkün. Savaşın yarattığı toplumsal şok, filmlerin içeriğine, tanıklıklarına ve izleyici kitlesine farklı bir deneyim sunmaya başlamışken dönem içerisindeki stok, enerji, taşınabilirlik sıkıntıları da teknolojinin usûl yaratmadaki rolünü ortaya çıkarmaktadır.
Blood Of The Beast (Georges Franju, 1949), büyük bir savaş geçirmiş toplumun ve aktarılmak istenen düşüncelerin nasıl değiştiğine dair örnek oluşturmaktadır. Jeannette Slaniowski bu filme getirdiği yorumunda, gösterilen mekânın, vahşetin ve üst-ses ironisinin toplama kamplarına dair sembolik ve gerçeküstü geleneğe bağlı bir temsiliyet iddiasını belirleyici yaklaşım olarak kullanmaktadır. Aynı zamanda da filmin, vahşeti izleyicisine direkt olarak sunmasından dolayı ortaya çıkan duygusal izlenimin, filmin hatırlanabilirliğini güçlü kılmakta olduğunu da söyler. Bu bakış açısıyla semboller üzerinden düşünmek, filmin sahip olduğu “kendisini duygusal deneyim üzerinden sonraki zamanlarda da hatırlatma gücünü” biraz indirgemekte görünmektedir. Filmde de görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşı’yla beraber toplumun şiddete birebir tanıklığı bir anda artmış ve sinemaya bunu taşıyabilmek, deneyimin kendisini ifade edilebilir kılmak amaçlar arasına girmiştir. Toplama kamplarıyla direkt benzerlik kurmanın biraz ötesine geçerek, gezi belgeseli ritmiyle beraber şiddet imajının gösterilmek istenmesi, yani filmin temel fikri, savaşın ve kampların yaşandığını bilen ve tanık olan insanların hafızasındaki ve hayal gücündeki değişime ulaştırmaktadır. Bir diğer deyişle, Blood Of The Beast (Georges Franju, 1949) , sembollerle ulaşabileceği toplama kampı temsili yerine gösterdikleriyle şiddete tanık olma deneyimini yaşatmayı amaç edinerek toplama kamplarının yaşandığını ve insanların bunu bildiğini ve düşüncelerinin de hayal ettiklerinin de bundan etkilendiğini göstermektedir. Böylelikle film de bu deneyimin bir ürününe dönüşmektedir.
Benzer dönemin yapımlarından olan Night and Fog (Alain Resnais, 1956) ise izleyicisini savaşa ve toplama kamplarının asıl mekanına ve kayıtlara dair bir tanıklık deneyimine zorlamaktadır. Geçmişten referans alınan bir nokta ile savaşın üzerinden zaman geçmesiyle beraber hatırlanacak tarihi bir olaya dönüştüğü bir başka nokta arasında film boyunca gidip gelinir. Filmin anlatısına göre sadece geçmiş ve şimdi sunulsa da izleyicinin konumu ve düşünceleri de hedeflendiği için aslında biri savaşın gerçekleştiği diğeri de filmin “ardından” kabul ettiği ve çekimin yapıldığı iki geçmiş zamandan ve de sabitlenemeyen şimdiki zamandan bahsetmek daha uygun olacaktır. Sandy Flitterman-Lewis’in de değindiği gibi film izleyicisini “izleyen ve tanık olan” (observer-witness) konumları arasında gidip gelen deneyime zorlamaktadır. Bu durum bir yandan da gösterilen boş ve açık alanları olduğu gibi algılamayı engelleyerek, bir şeylerin eksikliğini duyumsamaya itmektedir. Mekanlar üzerinden gösterilebilen değişime ek olarak direkt görülemese de seyirci hem kendi deneyimiyle hem de sürekli ilerleyen zamanla birlikte bir yorumlama ve yaklaşım biçimi geliştirir. Hatırlamanın çok yönlü yorumlanabilir yapısı, bizi film ne zaman izlenirse izlensin yeniden yapılandırılmış ve şekillendirilmiş olduğuyla karşılaştırmaktadır. Bu da filmi zamandan kopartarak her dönemde canlı ve dinamik tutmaktadır.
Sinemanın teknolojik olanaklarla da beraber daha da yaygınlaşıp erişilebilir olması hem içerik hem de yapım usulleri üzerine düşünen yönetmenlere çeşitli teknikler deneyip kullanmalarına imkân sağlamıştır. Daha en baştaki Dziga Vertov’un kameranın ve montajın tüm kapasitesini keşfetmeye yönelik çalışmalarına benzer eleştirel ve teorik düşünceler 60’lara yaklaşıldığında French New Wave’e doğru giden bir izde yeniden canlanır. Auteur Teori’nin de sunduğu temel iddiaya göre film yönetmenin kendi üslubunu sunduğu bir ifade alanıdır. Kurmaca olsun ya da olmasın yönetmenin stiliyle beraber filmler kendi aralarında birleşip öznel ayrı bir bütünlük yaratmaktadır. Chris Marker’ın da film yapma yöntemleri ve kullandığı teknikler bu anlamda kendi bakışını ve yaklaşımını yaptığı filme nasıl yansıttığına ulaştırabilecek çıkış noktaları kabul edilebilir. Letter From Siberia (Chris Marker, 1957)’da kullandığı gibi filme belgesel gibi yaklaşırken hem animasyonu hem farklı türden kayıtları hem de montajın esnekliğini dahil ederek kendi bakış açısını, dünyayı yorumlama biçimini de sunmuş olur. Marker, film kavramını essay film türüyle adlandırabilecek serbest bir deney ve ifade alanı haline getirmiştir. Son olarak; kullandığı farklı tarihi kayıtlarla, fotoğraflarla, renk kullanımının özel bir amaç doğrultusunda dahil olmasıyla ve de kamera hareketleriyle Night and Fog (Alain Resnais, 1956) da bu anlamda farklı tekniklerin bir araya getirilerek hem kendini yansıtan hem de öznelliğini sunan bir örnek olarak gösterilebilir.