“Kadına şiddete hayır!” diyor ve her alanda olduğu gibi cinsiyette de eşitlik olması için buradan sesimizi yükseltiyoruz. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü göz önüne alarak bu ayki dosyamızı sinemanın emekçi kadınlarına ayırdık. Dramlarıyla, neşeleriyle, sebatkarlıklarıyla ve daha birçok farklı yönleriyle öne çıkan beyaz perdenin bu güçlü kadınlarını incelemenize fırsat veren bir liste hazırladık. Keyifli okumalar…
*Sıralama alfabetiktir.
Alice Doesn’t Live Here Anymore (Martin Scorsese, 1974)
Hayatına giren sorunlu erkekler yüzünden çok bilmiş oğluyla beraber oradan oraya taşınan; yalnızca The Wizard of Oz’un (1939) Dorothy’si gibi şarkı söylemek isterken hayatına devam edebilmek için sürekli yeni bir iş ve -kabul etmek istemese de- yeni bir eş arayan güzel bir kadının yalnızlığı ve güçlü olmayı öğrendiği filmdir Alice Doesn’t Live Here Anymore. Kafası bozulduğu zaman sevmekten vazgeçmeyeceği tek erkeği; oğlunu yanına alarak basıp gidebilen bir annenin filmidir…
Filmin yönetmeninin, erkek dünyasını ele almaktaki ustalığıyla bilinen ve bu becerisini filmografisinde sık sık sergileyen Martin Scorsese olması bugün oldukça şaşırtıcı görünüyor, kabul. Ancak siz de filmin merkezinde, mevcudiyetini erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kanıtlamaya çalışan bir karakter olduğunu ve filmin Scorsese’nin testosteron formüllerinin erken dönem sağlaması olduğunu kabul edin. (Soner Yıldırım)
Äta Sova Dö (Eat Sleep Die – Gabriela Pichler, 2012)
Birçok eylemin en zorlayıcı ve sancılı evresi başlangıcıdır kuşkusuz. Hele ki söz konusu eylem ‘yaşamak’ olunca…
İsveçli yönetmen Gabriela Pichler’in ilk uzun metrajlı filmi Äta Sova Dö’nün kahramanı da hayata henüz atılmakta olan 20 yaşında bir kadın. Hayatını idame ettirebilmenin mutlak sonucu olan çalışma eylemi, filmin kahramanı Raša için aynı zamanda bir yaşayabilme sebebi. Çocuk yaşta geldiği İsveç’te çalışamaz raporlu babasıyla birlikte yaşayan Karadağlı genç bir kadın olan Raša, kendisi gibi göçmenlerden oluşan iş arkadaşlarıyla bir gıda ambalajlama fabrikasında çalışıyor. Kendisini güçlü, başarılı hissettiği ve açıkça da sevdiği bu iş yerinin mali bir krize girmesi nedeniyle işçi çıkarmalara başlaması filmin tetiğini çekiyor.
İçerisinde yaşamaya çalıştığı toplumun önüne sunduğu ye, uyu, öl döngüsüne pabuç bırakmak istemeyen, kendi ayakları üzerinde sonuna kadar yaşamak isteyen bir kadın Raša. Kağıt üstündeki kuralların kağıt üstündeki gibi işlediği ülke refahındaki İsveç’te kağıt üstünde durduğu gibi duramayan Raša’nın hikayesi, İsveç’in son yıllarda çıkardığı en güçlü film olarak tüm dünyada ses getirdi. (Kaan Denk)
Et Maintenant, On Va Ou (Where Do We Go Now? – Naiden Labaki, 2011)
Hangi koşullar/uyarıcılar sonucu harekete geçtiğimizi sorgulamaz olduğumuzda; bizi kuklalaştıran ipler, eklemlerimizi eylemler. Yalanların farkına pek de varamadığımız bu anlar, beri yandan kime hizmet ettiğimizi bilemediğimiz bir tür inandırılmışlık hipnozudur. Dil, din, ırk, renk ayırt etmez bu düalite. Hemen her gün rastlarız; nefesimize karışır, ruhumuza siner. Lübnan’da bir köy içerisinde, müphem davalarına dini alet ederek kontrolü kaybetmiş Müslüman ve Hristiyan kardeşler çatışırılır. Kalan kadınlar da bu kuklalaştırılmaya karşı çıkar, ellerinden ve böreklerinden geleni yaparlar; böylece Nadine Labaki’nin mizahlı, acılı ve kadın duyarlıklı Et maintenant, on va où?’suna ulaşırız. Sonra da sormaya başlarız: Kadınlar acı çekmeye mahkum mu? Erkekler bu kadar kolay kandırılabilir ve şiddete meyyal olmak zorunda mı? İplerimiz olmadan yaşamak mümkün mü? Barış ne zaman gelecek?* Rahat bir nefes alabilecek miyiz? (Salihcan Sezer)
Frances Ha (Noah Baumbach, 2012)
Yönetmenliğini, yapımcılığını Oscar adayı Noah Baumbach’ın üstlendiği, senaristliğini ise başrol oyuncusu Greta Gerwig ile paylaştığı, yarım kalmışlıklar üzerine grinin tonlarında salınan bir film Frances Ha. Berlin Film Festivali’nin ardından if2013’le Türkiye’de gösterime giren film, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük beğeni topladı. Gerwig’in başarılı oyunculuğuyla hayat verdiği Frances karakterinin hep bir eksiklikle sınanan hayatını yoluna koyma kavgasını konu edinen film için neo-liberal zamanların mikro tasviri denilebilir. Kadını, kadın başınalığıyla klişe müşküllüklere düşürmeyen Noah Baumbach, erotik kulvardaki beklentileri de hakkıyla iteleyerek izleyiciyi oyalamıyor. Böylelikle tipik bir gençlik filmi yaftasını rahatlıkla üzerinden silkeleyen bir film çıkmış ortaya. Üstüne hayatın kendi akışkanlığına sadık kalınarak, onu alabildiğine mutluluklarla süslemek yerine mücadelenin dram ve komediyle örülü unsurları alçak gönüllükle sunuluyor. Tüm bunlara ek olarak film, piyasa döneminin kadının ekonomik bağımsızlığıyla özgürleşeceği üst anlatısıyla da mesafesini sonuna iliştirdiği başka bir yarım kalmışlıkla korumayı başarıyor. (Murat Gürgen)
It’s a Free World (Ken Loach, 2007)
It’s a Free World, Angie’nin işçi sınıfından orta sınıfa atlama çabalarını, ev arkadaşı Rose ile birlikte kendi işlerini kurarak deyim yerinde ise bir zalime dönüşümünü konu ediniyor. İngiltere’deki göçmen işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını işçilerin değil, işverenlerin gözünden anlatan Ken Loach, sömüren ve sömürülen tarafa objektif bir şekilde yaklaşarak bu iki tarafı yaratan sistemin ve sürecin geldiği son durumu gözler önüne serer. Angie büyük bir hırs ve istikrar ile patron olma konusunda ne kadar kararlı olduğunu gösterir. Öyle ki, Rose’un hala vicdanını kaybetmemesinden dolayı Angie’e bu doğrultuda öğütlerler verirken, Angie ise bir müddet sonra büyük bir hırsla sahip olduğu bu yeni sınıfın gereklerini yerine getirmeye, daha fazla kazanmak ve daha hızlı yükselmek için işçilerin çaresizliğini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlar. Bu iş, Angie için yaşamını kazanarak yeni bir hayata başlama kararı demektir ve zaaflarına yenilerek artık eskisi gibi işçilerden yana olmak yerine onların üstünde olmayı tercih eder. Kendisi ve oğlu için kurduğu hayaller bencil bir düşünceyi geçmez çünkü hayatını kazanma çabasını göçmen işçileri ve ailelerini hiçe sayarak gerçekleştirir. Londra’da bir barın arka tarafında kurduğu ofiste göçmen işçilere iş bularak servet basamaklarını tırmanırken, aslında para için neler yapabileceğini görmekteyiz.(Gamze Aydın)
Karen Llnora en un bus (Karen Cries On The Bus – Gabriel Rojas Vera, 2011)
Erkek, kadına seslenir: Ceketimi verir misin?
Bu cümle senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini Gabriel Rojas Vera’nın yaptığı Karen llnora en un bus’da kadın karakterin hayatındaki iki önemli dönüm noktasında, iki erkek tarafından zikrediliyor; Karen’in kocasından ayrılma kararını kesin olarak verdiği anda ve sevgilisiyle Arjantin’e yerleşmekten vazgeçtiği anda. Her ikisinde de bu cümle kadın için bir karar anını, bir erkeğin gölgesinde ve ona muhtaç biçimde bir yaşam tarzı ile özgür bir birey olarak var olabildiği bir yaşam tarzı arasındaki seçimi, işaret ediyor.
“Ceketimi verir misin? Boşanınca ne yapacaksın? Hiçbir meziyetin yok ki.” Karen, onu bir hiç konumuna indirgeyen ve bir başkasının varlığına bağımlı kılan yaşantısından ve yalnızca bir görüntüden ibaret olan mutsuz evliliğinden uzaklaşarak yeni bir başlangıç yapar. “Ceketimi verir misin? Arjantin’deki gelirim ikimize de yeter.” Karen, kendisiyle aynı pansiyonda kalan ve etrafındaki erkekleri sömüren bayan arkadaşından ya da sürekli olarak kocasına dönmesi gerektiğini vurgulayan, ataerkil zihniyetin temsilcisi itaatkar annesinden farklı olarak kendi ekonomik ve sosyal gücünü elde etmeyi istediğinden sevgilisinin birlikte yaşama teklifini reddeder.
Angela Carrizosa’nın başarılı oyunculuğuyla hayat bulan film, kadının birey olarak varoluşunun özgürleşmesiyle mümkün olacağını anlatan filmlerden biri. (Yasemin Kartal)
Kurbağalar (Şerif Gören, 1985)
Kocasının öldürülmesinden sonra, sekiz yaşındaki çocuğuna bakabilmek için, gündüzleri çeltikte çalışan, geceleri bataklıkta kurbağa toplayan bir kadın… Ancak onun için “kadın“ olmak en zoru.
Gece yarısı bataklıkta ekmek parası için kurbağa toplayan kadından tahrik olan erkeklerle ve “ Dul kadın eti tatlı olur” , “Kadın bacağını bir kere kaldırdı mı bir daha indirmez “ diyen hemcinsleriyle çevrili küçük Trakya köyünde Elmas’ın emeğinin ne önemi vardır? Erkekler için bir cinsel obje, kadınlar için tehlikedir Elmas. Oysa Elmas, emekçidir, annedir, aşıktır, kadındır.
Şerif Gören, kadının en ağır şartlarda bile cinsel obje olmaktan kurtulamadığını, ustası Atıf Yılmaz kadar incelikli anlatır Kurbağalar’da ve Türk sinemasının unutulmaz kadın karakterlerinden biri yapar Hülya Koçyiğit imzalı Elmas Gelin’i. (Gökhan Kalan)
La Passion de Jeanne d’Arc (The Passion of Joan of Arc – Carl Theodor Dreyer, 1928)
Danimarkalı yönetmen Carl Theodor Dreyer’ın sinema tarihinde çığır açan, gerek yarattığı sansasyonlarla – İngiltere ve Fransa’da yasaklanması – gerek orjinal negatiflerin, gösterime çıkacağı yıl bir yangın sonucunda yok olmasıyla, sessiz sinema çağının en büyük klasiklerinden biri kabul edilen bu yapım, dünya tarihini değiştirmiş kadınlardan biri olan Jeanne d’Arc’ın İngilizler tarafından yargılanmasını bizlere salonda bir sandalyeye oturup izliyormuş hissi vererek anlatıyor. Yakın plan yüz çekimleri ve yüzlerdeki ifadelerle de kendimizi 1400’lü yılların atmosferi içinde bulduğumuz filmde, kısacık hayatında Fransa’yı kurtarmak için hem kralı hem halkı peşinden sürüklemeyi başaran ve tarihteki en cesur kadınlardan biri olarak görülen Jeanne d’Arc’ı gerçeğe yakın bir şekilde izliyoruz. Başrol oyuncusu Maria Falconetti’nin oyunculuğunun bugün sinema tarihinin en iyi oyunculuklarından biri olduğu kabul edilen filmden sonra kendisinin bir daha film çevirmediğini de hatırlatmakta fayda var. (Merve Özveren)
Las 13 Rosas (The 13 Roses – Emilio Martínez Lázaro, 2007)
Hepsi bizim kadınlarımız, kızlarımız! Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Özgür İspanya!
İç savaş sonrası, II. Dünya Savaşı’nın uzak tesirindeki İspanya’da halk Franco diktası ve yoksulluk altında ezilirken genç cumhuriyetçiler ülkelerini faşizmden kurtarmak ve halkı aydınlatmak için çırpınmaktadır. Birbirinden farklı dünyalardan gelen 13 genç kadın, ortak bir suikast saldırısı gerekçesi ile haksızca yargılanıp ölüm cezasına mahkûm edilir. Özgürlükten başka hiç bir istekleri olmayan bu 13 kan kırmızı gül, dal gibi boyunlarını dimdik tutmayı sürdürürken insanlık dışı hapishane koşulları için bile direnmekten geri durmazlar.
Tümüyle gerçek olaylara ve kişilere yer verilen film İspanya’nın acılı ağıtlarından birini olabildiğince yalın ve etkileyici biçimde aktarmaktadır. Devrimci olmak yalnızca kahramanlık değil, akıl ve irade ile davranıp yılmamaktır. Kadın gücünün timsallerinden biri olan “Las Trece Rosas” olayına ilişkin gerçekleştirilmiş pek çok tiyatro oyunu, film ve belgesel arasında öykünün en etkileyici anlatımına sahip yapım 2007 yılında Goya Ödülleri başta olmak üzere birçok ödülün haklı sahibi olmuştur. (Aysan Sulu)
Le Journal D’une Femme De Chambre (Diary of a Chambermaid – Luis Bunuel, 1964)
Le Journal D’une Femme De Chambre ile sürrealist sinemanın kurucusu Luis Bunuel’in burjuvaziyi eleştirmeye devam ettiğini görürüz. Bunuel’in Marksist bir anlayışla, bireyin özgürlüğünü diyalektik bir biçimde sembolik, sürreal, çoğu kez de ironik imgelerle anlattığı sinemasında taşlanan ve yerilen her zaman avam kamarası, yani elit burjuva sınıfı olmuştur. Le Journal D’une Femme De Chambre’da da bir hizmetçinin gözünden toplumun üst sınıfı taşlanır.
Celestine, Monteils malikanesinde hizmetçi olarak işe başlar. Ayakkabı fetişistinden, faşist çiftçilere, kadınları ve hayvanları avlamaktan zevk alanlardan, cinselliğe inanmayan kadınlara birçok farklı mizaçlı insan tanır burada. Tacize uğrar. En nihayetinde hizmetçi Celestine, işi bırakmaya niyetlenir ancak Küçük Claire’in tecavüze uğrayıp öldürülmesinin üzerine kalmaya ve Monteils’deki gerçek katili bulmaya karar verir.
Bunuel’in önceki filmlerinde de dile getirdiği birçok sözü Le Journal D’une Femme De Chambre’da duymak mümkün. Ancak kadının emekçi yönüne yaptığı vurguyla, onun burjuvazi toplumundaki mağdurluğunu anlatmasıyla ve sinema dilindeki çekiciliğiyle filmografisinde ayrı bir noktada durduğunu söyleyebiliriz. (Emrah Öztürk)
Le Notti di Cabiria (Nights of Cabiria – Federico Fellini, 1957)
Ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin Yeni Gerçekçilik akımından izler taşıyan ilk dönem başyapıtı Le Notti di Cabiria sinema dili, kurduğu dünya ve estetik yönelimleriyle yönetmenin sonradan çekeceği La Dolce Vita (1960), 8½ (1963), Roma (1972) gibi kimi büyük filmlerinin de ilk ipuçlarını verir niteliktedir. Roma’nın varoşlarında yaşayan Cabiria adındaki saf, eğitimsiz, çocuksu, hayat dolu, gözü pek bir fahişenin mutluluk ve aşk arayışının hazin sonla biten öyküsünü anlatan Le Notti di Cabiria başroldeki Giulietta Masina’nın baş döndürücü performansıyla sinemanın unutulmaz klasikleri arasına giriyor. Fahişelerle, sarhoş aylaklarla, kadın satıcılarıyla, ikiyüzlü dolandırıcılarla, kötücül zenginlerle dolu, acımasız ve zalim dünyada düşe kalka da olsa ayakta durmaya çalışan Cabiria’nın tüm bu yalan dolan ve adaletsizlik karşısındaki iyilik ve merhamet arayışı, en zor zamanda bile kaybetmediği çocuksu masumiyeti filmin umut dolu ve hümanist çerçevesini oluşturuyor. Masina’ya Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren filmin gösterime girdiği sene En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü kazandığını da hatırlatalım. (Burak Acar)
Made in Dagenham (Nigel Cole, 2010 )
Çoğunlukla Avrupa ülkelerinde, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle iş gücünün azaldığı dönemlerde, atölye ve fabrikalarda çalışan kadın sayısında yüksek bir artış görülür. Bu dönem öncesinde, “Kadının yeri evidir.” şeklinde yaygınlaşan kabul, değişime uğrar. Artık, kadınlar da ailelerini geçindirebilecek güce sahip olduklarını kanıtlamışlardır. Made in Dagenham, 1968’de, Londra’nın doğusunda kalan Dagenham bölgesindeki Ford fabrikasında çalışan kadınların, haklarını kazanma mücadelesini konu alan, gerçek bir yaşam öyküsüdür. Rita O’Grady (Sally Hawkins), çalıştıkları fabrikada kendileriyle aynı işi yapan erkeklerin, kendilerinden iki kat daha fazla ücret aldıklarını öğrenince, binlerce erkek içindeki 187 kadını örgütleyerek tarihe geçen bir mücadelenin lideri olur. Günümüz dünyasında, eğer kadınlar, erkeklerle eşit haklara sahip olarak çalışma fırsatına sahip olabiliyorlarsa, bunda Rita O’Grady ve arkadaşlarının da bir payı bulunmaktadır elbet. (Çağın Şentürk)
Mildred Pierce (Michael Curtiz, 1945)
Bu dosyanın hakkını en çok veren kadınlardan Mildred Pierce muhtemelen. Mazbut bir ev kadınıyken işsiz ve sadakatsiz kocasından ayrılıp iki kızıyla beraber yepyeni bir hayata başlıyor. Garson olarak başladığı iş yaşamında restoran sahibi ünlü bir işletmeciye kadar yükseliyor. Ama bu başarılı kariyer için verdiği insanüstü çaba iki çocuğunu da kaybetmesiyle sonuçlanıyor. Küçük kızını ateşli bir hastalıktan, büyük kızı Veda’yı ise kendisine karşı yöneltilmiş, ölüme yeğleyeceği türde bir hırstan, nefretten ve tutkudan…
James M. Cain’in aynı isimli klasik eserinden beyazperdeye uyarlanan ve Mildred Pierce karakterine hayat veren Joan Crowford’a kariyerinin ilk ve tek Oscar’ını kazandıran film, kadının özgürleşme sürecinin ve anne – kız çocuk çatışmasının Amerikan sinemasındaki temelini oluşturur. (Soner Yıldırım)
Million Dollar Baby (Clint Eastwood, 2004)
Clint Eastwood’un yönettiği dört dalda Oscar ödüllü filmde Hilary Swank, canlandırdığı Maggie Fitzgerald karakteriyle ilerleyen yaşına rağmen boks sevdasından vazgeçmeyen, her türlü imkansızlığa karşı mücadeleci, kazanma hırsıyla dolu bir kadına hayat veriyor. Öyle ki, Clint Eastwood’un canlandırdığı huysuz ve ihtiyar koç Frankie Dunn, Maggie’yi çalıştırmayı birkaç kere reddetse de daha sonra onun mücadeleci ve hırslı kişiliğine kayıtsız kalamıyor.
İlk 1,5 saati boyunca Maggie’nin erkek egemen bir sporun ve dünyanın içerisinde kendini gösterebilme çabasını ve adım adım yükselişini izlediğimiz film, son 30-40 dakikasında Maggie’nin şampiyonluk maçında kural dışı bir şekilde aldığı yumrukla kötürüm kalması sonucu çöküş hikayesine dönüyor. Bütün emeğini, hırsını, mücadelesini, aşkını, duygusunu, ahlak yoksunu bir yumrukla kaybederek boynundan aşağısı felçli bir şekilde yaşamaya mahkum olan Maggie, maddiyatın esiri olmuş ailesinin insanlık dışı hareketlerine de maruz kalınca yaşama amacını tamamen kaybediyor ve ötenazi istemiyle tek dostu Frankie’yi ahlaki bir ikilemle baş başa bırakıyor. (Halil İbrahim Sağlam)
Onna Ga Kaidan Wo Agaru Toki (When a Woman Ascends the Stairs – Mikio Naruse, 1960)
Savaş sonrası ekonomik koşulların iyice zorlaştığı Japonya’da tek başına ayakta kalmak için mücadele eden bir kadının hikayesini anlatıyor Onna Ga Kaidan Wo Agaru Toki. Filmin ana karakteri Keiko, müşterilerine her türlü hizmeti vermek üzere bir barda hosteslik yapmaktadır. Ama hayat şartları dul bir kadın olan Keiko’yu, ayakları üzerinde durmak için kendi barını açmak ya da yeniden evlenmek arasında bir seçim yapmaya zorlamaktadır.
Japon sinemasının az bilinen ustalarından Mikio Naruse, erkek egemen bir sosyal ortamın kadın bireye yaşattığı zorlukları da hikayesinin içine yedirerek, Keiko’nun çok boyutlu portresini çiziyor. Bunu yaparken karakterinin ne günlük hayatta yaşadığı zorlukları, ne de psikolojik durumunu es geçiyor. Filme adını da veren merdiven simgesini bir varoluş, bir yükseliş metaforunun, hem anlatıya hem de görselliğe katkı yapan kullanımı da gerçekten takdire şayan. Kadının emeğinin, nispeten az görünür olduğu bir dönemde Japonya’dan çıkan bu filmi, gözden kaçırmamak gerek. (Güvenç Atsüren)
Potiche (François Ozon, 2010)
70’lerin sonunda kadın ev içinde korunması gereken zarif bir vazo olarak görülmekteyken Pujol Şemsiyelerinin fabrikatörü Robert Pujol, kayınpederinden miras kalan işyerinde onulmaz hatalar yapmakla meşguldür. Sevgili vazosu, pardon karısı Suzanne Pujol (Catherine Deneuve) hem kendinin, hem evinin tozlarını almakta, eleştirel kızı ve “heteroseksist” oğluyla ilgilenmektedir. Bu sırada hiç beklenmedik bir şey olur ve fabrika işçileri greve gidip patronu da rehin alırlar. Bu noktadan itibaren naif ev kuşu Suzanne herkesi şaşırtacak bir girişimle hem işin başına geçer hem de olayları çözmede beklenmedik yaratıcılığını ortaya koyar.
François Ozon’un bu iğneleyici komedisi kadının emeğinin yalnız evi için değil toplum için de bir gereklilik olduğunu kanıtlar nitelikte. Suzanne’nın ilk olarak “Kadın başıma hiç bir şey yapamam.” diye düşünüp gençlik kaçamağı vali yardımcısından (Gérard Depardieu) yardım istemesinin ardından kendi aklını kullanmaya başladığı süreç sonrasında yalnız O’na değil çevresindeki tüm erkeklere ders verecek niteliğe bürünmesi ise kırılgan vazomuzun aynı zamanda kaya gibi sert olduğunun bir kanıtı. (Aysan Sulu)
Tulitikkutehtaan Tyttö (The Match Factory Girl – Aki Kaurismaki, 1990)
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin proleterya üçlemesinin son halkası olan Tulitikkutehtaan Tyttö bir kibrit fabrikasında işçi olarak çalışan İris’in tek düze, boğucu ve zulüm dolu hikâyesini anlatıyor. Masallarıyla ünlenmiş Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in hüzünlü ve kederli masalı Kibritçi Kız’ın serbest bir uyarlaması olarak da görülebilecek film Kaurismaki’nin kendine has ironi yüklü ince mizahına en az yer verdiği yapıtlarından biri aynı zamanda. Andersen’in masalında yaktığı kibritlerin alevinde hayaller kurarak teselli bulmaya ve mutlu olmaya çalışan küçük kız gibi kibrit fabrikasında çalışan Iris de gelecek için mutluluk hayalleri kurar. Hem baskıcı ailesi hem de âşık olduğu adam tarafından hayal kırıklığına uğrayan Iris’in sömürü düzeninin ve adaletsizliğin yönettiği bu kalpsiz dünyada kendi adaletini kendisi sağlamak için intikam almaktan başka çaresi kalmamıştır. Kaurismaki’nin kapitalist dünyanın mekanik yaşam formunu, kuzeyin soğuk, puslu ve karanlık atmosferiyle birleştirerek anlattığı bu minimalist ama sarsıcı suç öyküsü günümüzde proleter ve vicdan sahibi bir kadın olmanın yükünü derinlemesine irdeliyor. (Burak Acar)
Vivre Sa Vie (My Life To Live – Jean Luc Godard, 1962)
Aktrist olmak hayaliyle yola çıkan ancak hayat kadınına dönüşen bir genç kızın dramını anlatır Vivre Sa Vie. Modern zamanlarda, bir kentte, idealist olmanın, bir kadın olarak özgürce yaşayabilmenin sorgusu için fahişeliği tamamen metaforlaştırır.
Anna Karina’nın mükemmel performansıyla taçlanan film, Fransız Yeni Dalga akımının kurucularından Jean Luc Godard sinemasının da en güzel örneklerinden birisi aynı zamanda. Özellikle kamera kullanımına ve görsel dile getirdiği devrimsel nitelik, okullarda ders mahiyetinde gösterilebilecek cinsten. Bu hüzünlü, şairane filmde birbirinden etkileyici müzikler de çalınır. Seyirci, Karina’ın cazibesine kapılır ve sürekli çerçeve dışında kopan yaygaralara dikkat kesilirken onun yalnızlığını fark ederek yüreği burkulur. Sanırım, bir kadının idealizm ve özgür olma mücadelesini bu denli etkili anlatan ve sorgulayan çok az film çekilmiştir. (Emrah Öztürk)
Vurun Kahpeye (Lütfi Akad, 1949)
Türk edebiyatının en önemli kadın karakterlerinden biridir hiç kuşkusuz Aliye öğretmen. Çocukları eğitmek için Anadolu topraklarına adım atan idealist bir öğretmenin İstiklal savaşı döneminde kasabanın eşraflarıyla ve din adamlarıyla verdiği kıyasıya savaşımı ele alan eserin Lütfi Akad tarafından sinemaya uyarlanan filminin etkisi de kültürel belleğimizde en az roman kadar etki sahibidir.
Lütfi Akad’ın hasbelkader başlayan fakat sinemamızda mucizevî sonuçlar doğuran yönetmenlik kariyerinin ilk örneği olan Vurun Kahpeye, aynı zamanda başta Anadolu üçlemesi olmak üzere yönetmenin filmografisindeki birçok filme damga vuran emekçi kadınların ilk temsilini sunar. Sezer Sezin tezahüründe tarihi bir karakterin belgeseli nevinden bir atmosfere bürünen film, çekim yılının bahşettiği şartlardan da beslenerek kendinden sonraki iki yeniden çevrimin erişemediği bir sahiciliğe ulaşır. Vurun Kahpeye’nin, tiyatrocular döneminden sinemacılar dönemine geçiş filmi olarak kabul gördüğünü ayrıca belirtmek gerekir. (Soner Yıldırım)
Zerre (Erdem Tepegöz, 2012)
Geçim dertleri derya olmuş, üç kuruş paraya fabrika köşelerinde ağır emek verdiği yetmezmiş gibi tacize uğruyor, tecavüz ihtimaliyle karşılaşıyorsa bir kadın, esnaf lokantasından yemek artıkları topluyor, çocuğunu okutmaya ve ailesini tek başına geçindirmeye uğraşıyorsa, kirayı denkleştiremediği kapının perde kıvamında kullanıldığı bir evde yaşıyor, yakınlarına bulaşmasınlar diye iliğini mafya bozuntularına satmak zorunda kalıyorsa; dört bir yandan güçlükler, baskılar, zorbalıklar arasında onurundan taviz vermeden ayakta durmaya ve ailesini de dik tutmaya çalışıyorsa… Sinema, ne denerse denesin hayatın ancak zerresini verebilecektir izleyiciye. Yalnız, gururlu ve fakir bir kadın olmanın bu coğrafyada nasıl bir ‘şey’ olduğunu Jale Arıkan’ın canlandırdığı kadını takip ederek aktarmaya çalışan Erdem Tepegöz filmi, maddi dünyanın zerresine sığış(tırıl)mış yaşamların da küçük ve çarpıcı bir kesiti aynı zamanda. (Salihcan Sezer)