Anna, ailesini kaybetmiş bir kadın. Andreas, inzivaya çekilmiş bir adam. Anna bir gün, yalnızlığıyla birlikte yaşayan Andreas’ın evinin kapısında bulur kendini. Andreas’a yabancıdır ve bir telefon görüşmesi yapmak durumundadır. Andreas, telefon etmesi için genç kadına kapısını açar ve içindeki bir dürtü Anna’ya kulak misafiri olması için aklını çeler. Andreas, Andreas Winkelman olma yolculuğunu tamamlayacak olan o ilk bağı Anna’ya kulak misafiri olarak kurmuştur artık.
En Passion (1969), Anna’nın (Liv Ullmann), Andreas’ın (Max von Sydow), Eva’nın (Bibi Andersson) ve Elis’in (Erland Josephson) varolma hikâyesi. Kendi dünyaları içinde olabildiğince kapalı ilişkiler çerçevesinde yaşayan bu dört kişi birbirleriyle kurdukları bağlardan varoluşlarının, dürtülerinin ve karanlıkta kalan yanlarının aydınlanması için birbirlerine yol gösterici olacaklardır. Bu dört karakterin filmin temelini oluşturan ve insanın en önemli yaşama motivasyonlarından biri olan tutkuyla buluşmadan önce kısaca filmin konusundan söz etmekte fayda var.
Anna, yakın zamanda oğlunu ve eşini kendi kullandığı arabayla yaptığı bir kazada kaybetmiştir. Tek başına kaldığı süre içerisinde aile dostları olan Eva ve Elis’in evinde sıkça vakit geçirmesi ve sonrasında yalnız bir adam olan Andreas’ın bu üç kişinin arasına dahil olması filmin çatısını oluşturan ve biz seyircilerle iletişime geçmesini sağlayan bir başlangıç sadece. Çünkü bizler de filmin sonunda kendi benliklerimizi insanın varoluşunun vazgeçilmezi olan tutkunun yardımıyla onların yanındaki beşinci kişi olarak sorgulamaya başlayacağız. Psikolojinin temelinde yer alan haz ve gerçeklik ilkesini Anna’nın travma sonrası gelişiminde gözlemlemek hem bu karakteri hem de onun ilişkide olduğu diğer üç karakter üzerindeki etkisini açıklamamıza yardımcı oluyor. Haz ilkesinin temelinde yatan acıdan kaçıp hazza ulaşma güdüsü ve bunun çevresel etkenlere göre dengelenmesini sağlayan gerçeklik ilkesinin devreye girişiyle Anna’nın kaza sonrası (ve belki öncesindeki ilişkilerinde de) karşımıza çıkan yaşama tutunma hâli, psikanalizin bu iki temel kuramının onun varoluşunda sıra dışı bir döngüye sahip olduğunu gösteriyor. Çünkü doğumdan itibaren işlemeye devam eden haz ilkesi, büyüdükçe azalarak yerini gerçeklik ilkesine bırakırken; Anna’nın davranışlarında ve aslında onun kaza sonrası yeniden doğuşunda baştan başlayan bir döngü içine giriyor. Anna haz ilkesindeki acıdan kaçma hâlini kazanın ardından yeni bir yaşam sürecinde gerçeklik ilkesinin önüne çıkarırken, dürtülerinin kontrolünü de elden bırakmış oluyor bir bakıma. Onun Andreas’la tanışması ise, bu süreci destekleyen, benliğini ve dürtülerini tamamlamak, yaşamak için gerekli görülen bir tutku hâlini alıyor. Tam da burada Andreas’ın hangi konumda olduğuna ve onun bu dört karakter içinde nasıl bir değişim gösterdiğine açıklık getirelim.
von Sydow, sahne dört!
– Max, bir oyuncu olarak Andreas Winkelman hakkındaki kişisel görüşün nedir?
– Bence kendisi zor bir karakter çünkü dış dünyadan saklanmaya çalışıyor.
Bunun cevabını önce Max von Sydow’un kendi ağzından duyalım. En Passion‘un ortaya koyduğu deneysel bir kurguyla birlikte, karakterleri var eden oyuncuların kamera karşısında kendi kimlikleriyle onların varoluşunu sorgulamaları, sinema tarihinde görülebilecek en zevkli seyri de bizlere sunmuş oluyor böylelikle. Onlar karakterleri üzerlerine giyip geliştirirken, karakterlerin yolculuklarını filmin aralarında yorumlamalarıyla bu gelişimin onların gözünden nasıl göründüğünü öğrenebiliyoruz. Hâl böyleyken onların yorumları ayrı bir önem teşkil ediyor. Sydow, Andreas’ın dış dünyadan saklanmaya çalışan hâlini ve kendi dertlerini belli etmeden, kendini kimselere açmadan bir karanlığa hapsetmesini bir oyuncu olarak onu oldukça zorladığını belirtirken, bize de karakter hakkında bir ışık tutuyor. Nasıl ki Sydow için Andreas ete kemiğe büründürmesi zor bir karakterse, izleyiciler için de karakterin kafasının içindeki gerçek Andreas’ı görmeleri bir o kadar zor. İyi niyetli, sakin ve yalnız bir adam karşımızdaki; ama bu sessizliğin ardında onun duygularını ele verecek ipuçlarına da rastlayamıyoruz. Böylece Andreas verebileceği tepkilerden bir bakıma bizleri mahrum bırakıyor. O filmin başında sadece dinleyici ve gözlemci pozisyonunda bizlerle beraber yeni tanıştığı üç insanı anlamlandırmaya çalışırken, onlarla beraber kendini yavaş yavaş bize açmaya da başlıyor. Yeni dostlarıyla birlikte yediği ilk akşam yemeğinde, masadaki bakışlarından bu çekingen görünen adamın kendini ifade etme tedirginliği içinde olduğunu görüyoruz. Andreas, onların her biriyle karşılıklı iletişim içine girdikçe de kendisinde dışa vurmaya ihtiyacı olduğu duygularını saklamamayı öğreniyor fark etmeden. Bu üç karakterle yaşamını yeniden biçimlendirirken, onun tutkularının ve zaaflarının neler olduğunu ve bunlarla neler yapabileceğini tahmin etmeye başlıyoruz artık.
Liv Ullmann, sahne yedi!
– Anna’nın gerçeğe olan tutkusunu seviyorum. Dünyayı, neden sadece kendi doğrularıyla görmek istediğini de anlıyorum. Fakat onun bu gerçeklik tutkusu tehlikeli.
Liv Ullmann’ın Anna’yı tarif ederken söylediği bu sözler, tutkunun Anna’da nasıl vücut bulduğunu anlatıyor. Anna, arkadaşları arasında felaket diye adlandırılan kazanın ardından tek başına yeni bir yol çizmeye devam ederken, hayatla olan bağını koparmamaya gayret eden bir kadın. Hayatta kalma dürtüsü bir bakıma yeni doğmuş bir bebeğin yaşam mücadelesiyle eşleşiyor. Ait olduğu yere bile yabancı duran, çekingen ve ürkek bu kadın, bunların yanında kendini var edebilmek için onun yaşamına etki edebilecek duygulara ve insanlara dört elle sarılan bir ruh hâli içinde. Aslında insanın hayatta kalma savaşında doğar doğmaz deneyimlediği bağ kurma ve nesne ilişkisini Anna, yetişkinlik döneminde tekrar sorgulayan bir durum içine giriyor. Nasıl ki yeni doğmuş bir bebek anneden aldığı yakınlıkla dünyaya karşı bir güven bağı duymaya başlıyorsa ve burada önemli olan bebeğin anneye yönelişiyse; Anna da bu güveni alabilecek ve onu yaşama bağlayabilecek insanlara yöneliyor. Ölüm ve yaşam ayrımının içine düşmüş bu kadının sahip olduğu tutku ise, benliğini oluştururken gelişen psikolojik evreler gibi yazının başında sözü geçen döngüyü devam ettiriyor. Anna bir savunma mekanizması kullanmıyor belki ama ölümle karşı karşıya gelmiş birinin yaşama tutkusunu nasıl biçimlendirdiğini kendi bile fark etmeden kurduğu ilişkilerde sergiliyor.
Anna’nın duygularını bastırmayan ama ifade etmekte zorlanan ürkek bir tarafı olduğunu hem arkadaşlarıyla hem de yeni tanıştığı Andreas’la ilişkisinde gözlemleyebiliyoruz. Ölen eşi Andreas’tan bahsederken, hayatının, ilişkisinin onu mutlu ettiğini ve bir bakıma bu birlikteliğin onu tamamladığını bile bu çekingenlik çerçevesinde ifade edebiliyor. Bütün bunların yanında kendine yeni bir yol çizebilecek cesarete ve güce sahip olmasıyla, tutkusunun karşısındaki insanları değiştirebilmesine ve dönüştürebilmesine imkan tanıyacak bir alan da yaratıyor fark etmeden. Filmin Anna ve Andreas çevresinde şekil alması da bu iki karakterin ilişkisi içerisindeki varoluş ve tutku birlikteliğini net bir şekilde yansıtıyor. İki yarım kalmış insanın birbirlerini tamamladıkları varoluşsal bir sorgunun özneleri oluveriyorlar birden. Anna’nın mutlu olduğu kaza öncesi dönemi ve sonrasında gelen felaket, yeni tanıştığı ve ölen eşiyle aynı isme sahip Andreas’ın tamamlanışına yol çizen bir nedenselliği de getiriyor. Böylece iki karakter birbirlerini tamamlamaya başlarlarken bu tamamlamanın sonucu insanlığın temel problemi olan yaşama amacının cevabını bulmaya yaklaşmalarıyla sonuçlanıyor.
– Bence Eva silik birisi olduğu gerçeğini kabulenemeyen bir kadın. O sadece başkalarının hayatlarında yaşıyor.
Bibi Andersson, keskin bakışları ve dik duruşunun ardındaki bağ kurmak ve bağımsız olmak ayrımını yapamadığı için kendi iç çatışmasını sonlandıramayan Eva’yı anlatırken kuruyor bu cümleyi. Andreas’ın Anna ile bir ilişkiye başlamadan önce iletişim kurduğu ilk kişi Eva. Bu dört kişinin birlikte yediği akşam yemeği sonrasında başlayan ve dört karakter için de ayrı hızlarla ilerleyen kendini bulma sürecinin önemli dönemeçlerinden biri, hem Andreas hem de Eva için. Eva bu yorumda da Bibi Andersson’un sözünü ettiği gölge bir karakter olarak yaşamını sürdürüyor. Jung’un gölge arketipiyle farklı yönlerden okunabilecek bu dört karakter içinde bu arketipin özelliklerini tüm hatlarıyla bizlere gösteren bir kadın Eva. Jung’ın tanımladığı gölge, bilinçaltına attığımız ve gerçekleştirmekten kaçındığımız duyguların bütünüdür. Bu duygulardan kaçınma nedenimiz onlardan utanç duymamızdır esasen; fakat Gölge’yle yüzleşmeden benliğin tamamlanması da olanaksız olacaktır. Eva tam bu noktada çatışmasını sonlandıracak ikilemin ortasında kendini yalnız hisseden bir karakter olarak karşımıza çıkıveriyor. Gölgesinin farkında olan Eva, onu tanımlamasına rağmen onunla yüzleşmek yerine bunu bastırıp yaşamına devam etmekten yana kullanıyor tercihini. Böylelikle benliğini tamamlayamadığı gibi hayattaki rolünü tanımlayamıyor. Birey olarak karar alamayıp, hareket edememek de onun içinde var olan ve duygularını harekete geçirmeye çaba sarf eden tutkusuna yardım edemiyor. Kocası Elis’e âşık olması ama onunla iletişim kuramaması, kendi için değil başkasına bağımlı olmayı seçtiği için bu iletişime ket vurduğunu bize gösteren kanıtlardan. Anna’yı Eva’dan ayıran en önemli özellik de burada kendini gösteriyor. Anna tüm çekingenliğine rağmen hayata meraklı gözlerle atılan bir çocuk gibi kendisi olmak amacıyla ilişkilerini biçimlendirirken, Eva başkalarının hayatında, onlara bağımlı ve onlar için yaşamayı tercih ediyor. Eva’yla ilişkisinin ardından Anna’yla bir birliktelik içine giren Andreas, Eva ve Anna’yla kurduğu bağlarla kendi içindeki tutkusunu biçimlendirerek kendini tanımlamakta zorlandığı gerçek Andreas’a adım adım yaklaşıyor böylelikle. Anna’yla tanışan Andreas, Eva’yla ilişki kuran Andreas ve Anna’yı dinleyen Andreas… Anna’yla birlikte satranç oynarlarken, Anna’nın Eva’yı savunmasız bulması üzerine, “Kendisini benden savunmasına gerek yok.” cevabı ve Anna’nın bir eliyle tüm taşları dağıtması Anna’nın kişiliğine işlemiş kararlılığına yapılan bir vurgu. Anna için birinin kararına, onayına ve savunmasına gerek yok. O kendi kararını gerçekleştirebilen ve duvarlarını yıkabilen bir kadın. Bunu yapması sadece kendi isteğine bağlı. Anna istemek için ona uygun olan zamanı beklerken, Eva akıp giden zamanın her saniyesini, ondan istenileni yapmaya adamış. Andreas ise Anna’da gördüğü bu kararlılığın peşinde Eva’yla birlikteyken sorguladığı ilişki kavramının ortasında kendini bulmak için ona uygun olan zamanı bekliyor.
– Bence Elis, insanların budalalıklarından çekinmeyi ikiyüzlülük olarak görüyor. Ayrıca ona göre nezaket ve adalet gibi hususları aramak da boşuna duygusallık.
Erland Josephson, bu dört kişinin içindeki duygu arşivcisi Elis’i anlatırken onun algısının açıklığına dem vuran bu sözleri dile getiredursun, biz Elis’in biriktirdiği duygulara bir göz atalım. Elis, sakinliğini kendine siper edip hafızaya ve iletişime kendi üslubunca biçim vererek duyguları sonsuzluğa kazımayı seçmiş bir adam. Bunu için en doğru eylem ise fotoğraflamak hiç kuşkusuz. Tanıştığı herkesin çeşitli duygularını fotoğraflayıp bunları arşivlemesi onun insanları kendince tanımlama yolu. Bir nevi bu dört kişinin görme duyusu yerine geçiyor. Kendi yollarını çizerken görmeyi unuttukları ya da atladıkları her ifadenin saklandığı yer Elis. O, insanların yüzünde aradığı cevapları görebildiği için de kurduğu ilişkilerde net olma yoluna gidiyor. İnsana has duygular, çıkmazlar, çatışmalar onun ilgi alanından ziyade, göremeyenler için bir ipucu sadece. Elis’in ipuçlarına ihtiyacı yok. Görmek onun ihtiyacı olan tek gereklilik. Diğer üç karakterin de kendi yüzlerini görmeyi fark etmelerini sağlayan bir aracı Elis. Andreas bu üç karakterden aldıklarıyla duvarlarını nasıl yıkabileceğini fark etmiş, bu bilgi artık ruhuna fazla gelmeye başlamış bir adama dönüşüyor git gide. Filmin başından itibaren yan hikâye olarak devam eden adadaki hayvan cinayetleri ise, Andreas’ın bu süreç içindeki ruhsal değişimini yansıtan bir ayna olarak çözemediğimiz bir sır içinde. Katilin kim olduğundan çok onu ararken yapılan sorgulamalar, Andreas’ın çözmeyi beklediği soruların bir yansıması. Yarım bıraktığı, terk ettiği ve öldürdüğü tüm geçmişi, geçmişinin katili yerine koyduğu kendisiyle yüzleşmesini ister gibi karşısına çıkıyor her yeni hayvan cesedinde. Bu yüzleşmenin vaktinin geldiğini fark etmesi ise, Elis’ten aldığı görme yetisinde, Eva’dan aldığı farkındalık ihtiyacında ve Anna’dan aldığı tutkuda gizli.
Tüm bu karakterlerin ve onların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin nihayetinde Andreas kendini görmeye adım adım yaklaşırken, filmin başında kendisini sakladığı duygu duvarlarını bir bir ve canını yakarak kırıyor. Anna’yla artık rayına girmiş gibi duran ilişkisi içinde sorgulamalarının sonuna yaklaşmışken kendi iç sesinin yükseldiğine şahit oluyor. Andreas’ın iç sesi filmin ve karakterlerin oluşumundaki tutkuyu bir simge gibi kırmızı eşarbına gizlemiş Anna’da hayat buluyor. Anna ona “Seninle yaşamak bir işkence. Nicedir senden kurtulmayı gözlüyordum.” derken aslında Andreas kendine sesleniyor. Bu seslenme Andreas’ın yarım kalmışlığın ardından ilk defa tutkuyu deneyimlediği Eva’yı anlatırken açıkladığımız gölge arketipini de yeniden devreye sokuyor. Çünkü bu sefer Andreas gölgesiyle karşı karşıya. Bilinçaltına attığı, korktuğu, kaçındığı her şey kırmızı eşarbıyla birlikte Anna’nın çehresinde karşısına çıkıyor. Anna’nın yaşama tutkusuna ondan beklemediğimiz bir haykırışla, onu susturmaya ve bir nevi yok etmeye çalışarak veriyor.
Andreas, nihayetinde Anna’yı yok etmiyor; ama “bu kez kendisi gerçekten Andreas Winkelman” oluyor. Anna, tek başına bulduğu adamı tutkusuyla dönüştürerek yine tek başına bırakıyor. Tek başına doğup tek başına ölen insanoğlunun yolculuğuna bir atıf olan bu süreç aslında, Bergman’ın zekâsına hayran olmayı katlayarak devam ettirdiğimiz bir sinemasal yolculuğun ışığında benliğimizi tamamlamamız için uzanan bir yardım eli. Bu dört karakterin ama özellikle Andreas Winkelman’ın varoluş kaygısının sonucunda Sisifos* gibi bir dağın tepesine taş taşıyıp geri düşürdüğü bu yolculuk, Anna’nın tutkusuyla o taşı dağın tepesine bırakıp kendi olma hâlini anlamasıyla son buluyor. Hayatta tek başımızayız ve bu kez gerçekten isimlerimizin ardındaki benliğimizin peşindeyiz. Andreas’ın, Eva’nın, Elis’in ve Anna’nın tutkusuyla…
*Sisifos (Sisyphos), Yunan Mitolojisinde tanrılar tarafından Olimpos Dağı’nın tepesine sürekli taş taşımaya mahkum edilmiş bir kraldır.
Çok güzel bir yazı teşekkürler
Kaleminize sağlık. Yazınız çok aydınlatıcı olmuş. Teşekkürler.