Karakterlerinin varoluşsal sorgulamalar içerisinde olmasına alışık olduğumuz Nanni Moretti’nin yine film içerisinde bir yönetmeni konu aldığı hikâyeyi işliyor Mia Madre (2015).
Kendi filmlerinde mutlaka rol alan Nanni Moretti bu kez karşımıza daha dingin ve ailenin sorumluluğunu üstlenmiş koruyucu bir ağabey olarak çıkıyor. Diğer filmlerinde çıldırma anlarıyla sevdiğimiz, uzun ve hızlı konuşmalardan oluşan tiratlarıyla bildiğimiz Moretti, kendinden daha çok şey taşıyan bu eserinde mesafesini koruyan bir karakteri ustalıkla canlandırarak bizi şaşırtmayı başarıyor.
Moretti’nin otobiyografik dokunuşlar içerdiğini söyleyebileceğimiz aslında kendi annesinin ölümünü anlattığı bu filminde yönetmen rolünü bu kez bir kadın karakter canlandırıyor. Margherita isimli yönetmenin, annesinin hastalanması ve çekmekte olduğu filmi bitirmesi arasında parçalanmış hayatını izliyoruz. Bu özel alan ve kamusal alan arasında duygularını sürekli dengede tutmak zorunda kalan yönetmeni niye kendisinin oynamadığını ise Moretti: “Kadın olmak zorundaydı. Üç kuşak kadının hikâyesini de aktarmak istedim.” diyerek açıklıyor. İnsan ilişkilerindeki başarısızlığın yarattığı boşluğu, sinemada başarılı olmayı deneyerek doldurmaya çalışan yönetmen bu kez de kaprisli Amerikalı bir oyuncuyla uğraşmak zorunda kalıyor. Moretti’nin ironisi karşımıza bu filmde Amerika’dan gelen ünlü oyuncunun, yönetmenin sabrını sınadığı sahnelerle çıkıyor. Margherita’nın kendini sorgulaması ve annesinin hastalığı yüzünden bu sorgulamanın daha da derinleştiği zamanlarda başroldeki kaprisli oyuncuya katlanmak zorunda kalması bir öfke patlamasıyla son buluyor. Başlarda oyuncunun neşesini ve rahatlığını kıskandığını bize hissettiren Moretti, ikisi arasında bir bağ kuruyor ancak bu bağın da kopması hiç başarılamamış bir hayatı iyice sorgulanır hâle getiriyor.
Margherita insan ilişkilerinde hiçbir şeyi düzgün yapamamış bir kadın. Annesiyle sorunlu bir ilişkisi olduğunu annesine yaptığı hastane ziyaretlerindeki çekingen tavırlarından ve işleri Moretti’nin canlandırdığı abisi Giovanni’ye bırakmasından anlayabiliyoruz. Kocasından boşanmış olduğunu, kızıyla ilişkisinde de çok başarılı olamadığını ve yeni ayrıldığı sevgilisiyle de “hiçbir şeyi beğenmeyen, çekilmez bir kadın” olması yüzünden sorunlar yaşadığını öğreniyoruz. Yönetmenliğine gelecek olursak yıllardır işçilerin sorunlarını sendikal mücadeleler ve grevler üzerinden anlatmaya çalışmış toplumsal gerçekçi bir yönetmen. Artık her şeyi sorguladığı anda ise neden bireylerin hayatına dokunamadığı gerçeği kendisini bir birey olarak keşfedemeyişiyle bir soruna dönüşüyor. Annesiyle yaşamış olduğu, sorunları ya da hesaplaşmanın ne olduğunu biraz daha derinlemesine görebilseydik çok daha etkilenebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü Margherita’nın, annesinin ölüm döşeğinde olduğunu kabullenememesi ve neyin eksik yapıldığını bulma çabası tam da kendisinin eksikliğini arayışına götürüyor bizleri. Ama bu boşluğa rağmen film oldukça başarılı bir dram.
Margherita’nın akıl hocası rolündeki annesinin torununa ölüm döşeğindeyken Latince öğrettiği sırada anlattıkları, filme dair en güzel dersi çıkarabileceğimiz sahneler. Öğrettiği en önemli şey bana kalırsa kelimelerin sözlüktekilerden başka anlamlar taşıyabileceğiydi. İşte Nanni Moretti’nin bize ağlamaktan korkmadan izlettirmeye çalıştığı bu filmde başardığı en önemli şey, hayatta karşımıza çıkan şeyleri ya da artık niye yaptığımızı anlayamadığımız şeyleri sorgulamamızı, başka anlamlarını bulmamızı öğütlemesi. Er ya da geç gireceğiniz iç hesaplaşma, birini kaybetme korkusuyla karnınıza kramplar sokacak kadar sizi kıvrandırabilir. Moretti de bunu bize annesinin ölümünü kabul edemeyen birinin “Peki, kitapları ne olacak?” gibi akla en son gelebilecek soruyu sormasıyla yansıtıyor. Aslında bu soru, bir insanın yok oluşuyla yok olan birikiminin yarattığı yıkıcılığı kaldıramayan bir çocuğun isyanı. Birini kaybetmenin acısını ve geç kalınmış sözlerin boğaza düğümlenmesini bize eşsiz müzikleriyle sonuna kadar yaşatan bu film, son sahnesinde dediği gibi aslında bize “yarından” bahsediyor.