Cronenberglerin sinematografik başarısının genetik olduğunu düşünüyorum. Bu tezimi satırlara dökmeden önce David Cronenberg’ün önünde saygıyla eğilmekte yarar var diyebilirim. Keza geçtiğimiz yıla damga vuran Crimes of the Future (2022) ile sinema sanatıyla yakından ilgilenen birçok kişiyi oldukça etkilemişti. Brandon Cronenberg evrenine yaklaştığımızda da genç bir yönetmenin ete kemiğe bürünüşünü görüyoruz. Baba-oğul güzellemesinin dışında hatırı sayılır bir tebriği hak ediyor Brandon Cronenberg, çünkü Possessor (2020) ve Antiviral (2012) filmlerinden sonra artık deneyimli bir genç sinemacı olarak biyografisinde on sekiz ödülle otorite figüründen kurtuluyor. Yönetmenle ilk tanışma ister istemez seyirciyi atalar kültüne davet ediyor; ancak sonrasında bütün yönetimi Brandon ele geçiriyor, kendi kitlesini oluşturuyor. Yazımda ele alacağım film, senaryosu da dahil tamamen Brandon Cronenberg vizöründen geçmiş bir yapım.
Infinity Pool, sinema tarihinde görmeye alışık olduğumuz bilim kurgu motiflerine alternatif bir anlatı sunar. Bilinçli olmak ya da bir şeyin bilincinde olmak arasındaki farkı, insanın gerçekten var olabilmesi için fiziksel ve duyuşsal bir canlı türü olup olmadığına kendisini inandırmasını önererek hikâye çatısını oluşturur. Yani insan bir bilince sahip olduğunda mı canlılık gösterir yoksa sıradan bir organizmaya bağlı olarak hayat belirtisi gösterdiğinde mi? Aslında soru göründüğü gibi karmaşık değildir. Vücudumuzdaki her bir sistemin beyin merkezli bilinçli uyaranlar tarafından yönetildiğini varsayalım. Ahlak ve etik yargılar olmadan insan denilen varlığın geriye kalan herhangi bir şeyden pek de farkının kalmayacağını görürüz. Infinity Pool birtakım insanları yeryüzüne yayılan bir virüs gibi ele alarak zihin felsefesinin kıyılarında dolaşır ve dünyadaki en zararlı türün insan olduğuna eleştirel bir açıdan yaklaşır.
Günümüz modern korku filmlerinin görünürlük kazanan ismi Mia Goth ve Alexander Skarsgård gibi iki genç yeteneği aynı projede izlediğimiz film, deneysel korku başyapıtı olma yolunda görünüyor diyebiliriz. Zira body horror akımını sağlam adımlarla takip eden genç sinema anlayışı bu hususta verilen ürünlere oldukça aşina. Klasik bir hikâyeyi karmaşık bir puzzle’a dönüştüren kurgu yine Brandon Cronenberg’ün ellerinde sağlam verilere dayanarak şekillendirilmiş.
James, kitap yazmaya motive olmak için Em ile birlikte sakin bir ada tatiline çıkar. Birkaç gün için planladıkları organizasyonları adada tanıştıkları Gabi ve Alban çiftiyle yerle bir olur. Yıldızı sönmekte olan James’e gizli bir hayran olarak yaklaşan Gabi ilk güveni sağladıktan sonra genç çifti La Tonga gerçekleriyle tanıştırır. Bir gece gezisinde La Tonga yerlisine arabayla çarpıp kaçtıklarında artık James için çıktığı bu motivasyon tatili içinden çıkılamayan bir kabusa dönüşür.
Filmin oluşum yolcuğulu birçok türdeşiyle benzerlik taşıyarak başlar. Bir mekâna yabancılar gelir ve hikâye gelişir; ancak Infinity Pool’da asıl hikâye her şey bittikten sonra daha yeni başlar. James’in arabayla çarptığı adam olay yerinde öldüğü için suçunun kefareti olarak James’in de aile bireyleri tarafından öldürülmesi gerekmektedir. Babadan oğula geçen bu eril motif coğrafyadan bağımsız toksik erkekliğin dünyanın her yerinde olduğunun sinemasal tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Öldürülen La Tonga yerlisinin en büyük oğlu, James’i infaz etmeden önce sadece turistlerin yararlanabildiği bir yasadan bahsedilir. Döviz kuruna bağlı olarak değerleri artan turist bireylerin kapital düzendeki yolculuğu hegemonik bir üslupla kendini gösterdikten sonra belli bir ücret karşılığında James’in klonunun kendi yerine infaz edilebileceğini öğreniriz.
James’i klonladıktan sonra infaz edilecek kişi gerçek James midir? Bu soru film boyunca sorgulanan ilk gerçeklik olsa da bu merak yerini bir süre sonra başka düşüncelere bırakır. Adadaki herkes gerçeğin birebir takliti olabilir mi?
Evet mümkün; ancak bana kalırsa asıl düşünmemiz gereken konu henüz bu değil.
La Tonga kanunları -burada olan burada kalır- minvalinde gerçeküstücü bir sistemle yasalarını yönettiği gibi zengin insanlar için de yeni bir eğlence merkezine dönüşmüştür. Keza defalarca üretilen klonlar kendi aralarında hayatta kalma mücadelesi verirken ilk bedenler parasını ödedikleri klonları üzerine bahis oynayarak kendilerince yeni bir etkinlik düzenlemeye başlamışlardır. James, Gabi, Alban ve diğer zengin dostlar ürettikleri klonlarını arenada seyrederken göstergenin en yüce işlevinin gerçekliği ortadan kaldırmak olduğunu izleriz.*
Infinity Pool, bağımsız türde bir eser olsa da geleneksel bir motife de sahip. Filmin ismini Sonsuzluk Havuzu olarak türkçeye çevirirsek anlatılan birçok şeyin üstü kapalı bir şekilde sistemi hicvettiğine şahit oluyoruz. Sadece lüks otellerde görebileceğimiz sonsuzluk havuzları, kendini değerli hissettiren tatil hizmetleri, açık büfe ve sınırsız eğlence gibi zenginlerin dünyasına ait olan aktiviteleri barındıran, aslında üst sınıfın kendi zenginlik hapishanesinde mahkum olduğu bir anlatı tasarlanmış. Bu üstencil bakış, merkezi kontrol fobisinden başka bir şey değildir. Benzer şekilde Jeremy Bentham’ın 1875 yılında tasarladığı Panoptikon aslında bir hapishane inşa modeliydi. Sonsuzluk havuzunu Panoptikon ile uyumladığımızda sınıf kavramını ve bireyin güç karşısında kobay hâline gelişini görebiliyoruz. Görünmeyenin korkusu, otoritenin her yerde olabileceği, sürekli izleniyor olma hissi: Panoptikon en basit tabiriyle mahkumları onlara görünmeden yöneten izleyen bir sistemden oluşuyordu. Infinity Pool ise panoptikon terimine yeni bir soluk getirdi. İktidarın yani filme göre zenginlerin toplumu görünmeden yönettiğine, baskıladığına dikkat çekelim. La Tonga adasını kocaman bir pantoptikon olarak ele aldığımızda içinde yaşam süren her bir vatandaşın aslında birer mahkum olmaktan başka bir gerçekliklerinin olmadığını görüyoruz.
Biçimsel bozulmalar, bitmek bilmeyen hazcılık, şiddet ve cinsellik korelasyonu gibi önemli öncülleri fark ettikten sonra Infinity Pool’un vermek istediği mesaj; nefsimizin bizleri arzularımızın kölesi yapmasıdır diyebiliriz. Şayet zihnimizi ve yapabileceklerimizi özgür bıraktığımızda sınırımızı bizden başka çizebilecek hiçbir otoritenin olmadığını gayet iyi biliriz. Sonsuz planlarda, sonsuz düşüncelerde ve sonsuz eylemlerde yeni bir sonsuzluğun keşfine dalarız, ancak sonsuzluğun ne kadar gerçek olduğunu bilmekte yarar var.
*Göstergenin en yüce işlevinin gerçekliği ortadan kaldırmak, kayboluşu perdelemek olduğu bir dünyada yaşıyoruz. -Jean Baudrillard-