Belgesel filmleriyle tanınan yönetmen Alice Diop, suç türüne farklı bir yaklaşım sergileyerek ilk uzun metraj filmiyle Fransa’nın Oscar adayı olur. Film, gerçek bir hikâyeye dayanmaktadır. Senagelli yönetmen hamileliği sırasında, bebeğini ölüme terk eden Senagelli bir başka annenin mahkeme sürecine gözlemci olarak tanık olur. Yönetmen, mahkeme kayıtlarını senaryolaştırır.
Filmde, gözlemci olarak edebiyat profesörü Rama vardır. Rama, Antik Yunan mitolojisindeki Medea hikâyesini modern bir perspektifle ele almak için Saint Omer mahkeme salonuna gider. Medea büyücülük yetenekleriyle ünlü bir kadındır ve kendi çocuklarını öldüren bir annedir. Saint Omer, modern Medea olarak yorumladığı Laurence’nın sanık sandalyesine oturmasına neden olan olaylar zincirini konu alır.
Bu trajik olay, her şeyden önce anneliğin kutsal bir deneyim olup olmadığı gibi evrensel soruları gündeme getirmesiyle Fransa basınında oldukça geniş bir yer bulur. Bu canavar annenin Batılı bir eğitim sürecinden geçmiş olması ve ileri seviye Fransızca konuşabiliyor olması hem mahkemenin hem de basının en çok kafasını karıştıran durumdur.
Laurence’ın akademik geçmişi Batı kültüründe rasyonel ve bilimsel yöntemlere dayanan bir eğitim aldığını işaret eder. Laurence’ın annesinin eğitim konusundaki takıntısı, Rama ile çıktığı öğle yemeğinde vurgulanmaktadır. Laurence’la ilgili çıkan haberlerde kızının Fransızca konuşma yeteneği ve eğitimiyle övülmesinden hoşnuttur. Annesine göre bu detaylar, Laurence’ın ailesinden iyi bir eğitim aldığına ve başarılı bir şekilde Batı kültürüne entegre olduğuna ilişkin birer kanıttır. Öte yandan Laurence’nin annesi kızının mahkemedeki nezaketsiz davranışlarından dolayı rahatsızdır. Nezaket ve eğitimin mahkemede olumlu karşılanacağını söylerken aslında oryantalist literatürde kendini üstün gören Batı’nın, Doğu’yu barbar ve geri kalmış olarak tasvir ettiği fikrini pekiştirir. Nezaket ve eğitimi Batı kültürüyle ilişkilendirip “Batı değerlerlerinin” üstünlüğüne dair bir imgeyi savunur.
Laurence’ın Senegalli bir kadın olarak maruz kaldığı önyargılar ve bununla beraber Fransa’nın eski sömürgelerinden gelen göçmenlerin belirsiz durumu, izleyiciye net bir şekilde aktarılmaktadır. Örnek sahnelerden biri: Laurence, Senegal’den Fransa’ya üniversite okumak için gelir ve tez çalışmalarında filozof Ludwig Wittgenstein’a odaklanır. Laurence’nın hocası, Afrika’dan gelen bir göçmenin 19. yüzyılda doğmuş Avusturyalı bir filozofa neden ilgi duyabileceğini anlayamadığını ve yaşadığı şaşkınlığı anlatır. Buradaki en etkileyici nokta ise Laurence hocasının sözlerini duyduğunda üzüntüden ayakta duramaz ve çöker. Öte yandan savunması sırasında birden bire tüm bu akademik altyapısını bir kenara bırakarak kendisine büyü yapıldığını söyleyecek kadar gerçeklikten uzak yöntemlere başvurur. Mahkeme Laurence’ın büyüye olan inancını, onun Afrika kökenine bağlar. Literatüre geri dönecek olursak, oryantalist yaklaşım Batı’nın Doğu’yu anlama ve temsil etme biçimlerindeki aşırı basitleştirme ve genelleme eğilimini ifade eder. Bu görüşten kaynaklı, Afrikalı bir bireyin batıl inançlara daha eğilimli olduğu varsayımı kabul edilir. Laurence da bu bakış açısına uyum sağlar ve savunma sırasında bir Afrikalı olarak ona biçilen role bürünerek durumdan sıyrılmayı amaçlar. İnsan doğasının karmaşıklığını yansıtan derinlikli bir sahne olarak yorumluyorum.
Laurence‘nın tez konusu olan Wittgenstein, dilin felsefi analizi ve sınırları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Dilin kullanımının, anlamı belirlediğini ve düşünce süreçlerimizi etkilediğini savunur. Bu ayrıntı, filmin tartıştığı konuyu yansıtır. Dilin anlamı sınırlandırmasının filmdeki yansıması şudur: mahkeme, olayları nesnel verilerle açıklayabilir ve aklın katı ışığı sınırında anlamlandırabilir. Oysa ki suç sadece bir bireyin eylemiyle sınırlı olamaz aynı zamanda toplumun ve bireyin geçmişteki deneyimlerinin de birer yansıması olduğunu hatırlamak gerekir. Suçun yüzeysel bir açıklaması olmadığı için film, bu trajik olayın ardında yatan ırkçılık, toplumsal eşitsizlik ve insan psikolojisi gibi faktörleri sorgulamaya davet eder.
Tüm bu yaşananların bilimsel dayanakları olması gerektiğinden savunma avukatı, büyücülük meselesini “travmatik bir deneyim sonrası yaşanan içsel çatışma ve zihinsel karmaşıklık” olarak savunur. Laurence’ın büyüye olan inancını, kontrol etmekte zorlandığı duygusal acılara karşı kullandığı bir kılıf olarak gösterir. Bu bağlamda tartışılması gereken soruyu savunma avukatı sorar: “Nasıl oluyor da başka bir ülkeye üniversite okumaya gelecek kadar özgüvenli, neşeli ve ailesi tarafından desteklenen bir kadın, bir stüdyoda herkesten gizli, internetten edindiği bilgilerle ve tek başına doğum yapacak hale gelebilir?”