Korku, hayatımızı şekillendiren, bizi terbiye eden aynı zamanda sevdiklerimizle ve bilinçaltımızdakilerle bağlarımızı hatırlatan yegâne duygu. Korkuyorum Anne (2004), insan olarak bizim en zayıf noktalarımızı ortaya seren, “İnsan nedir?” ve “Danadan farkı nedir?” sorularına cevap ararken bizi güldürmeyi ve hüzünlendirmeyi başarabilen bir Reha Erdem filmi. 2004 yılının en sevilen Türk filmlerinden biri olan yapım, şüpheli bir kaza sonrasında hafızasını yitiren Ali’nin babası, komşuları ve arkadaşları ile olan ilişkisini konu alırken, olaylara “anatomik”, “sosyolojik” ve “obsesif” bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Filmin başrollerini ise Ali Düşenkalkar (Ali), Işıl Yücesoy (Neriman), Köksal Engür (Rasih), Şenay Gürler (İpek) ve Turgay Aydın (Keten) paylaşıyor.
– Köpekler bizi içimizde kemik olduğu için mi ısırır Neriman Teyze?
– İçimizde kalp olmadığı için ısırır oğlum.
Otorite figürü bir baba ve çocukluğundan itibaren babası gibi olmaya zorlanan Ali, komşuları ve şahsına münhasır İstanbul’u ile mutlu bir film Korkuyorum Anne. Emekli bir sağlık memuru olan babası tarafından sünnet edilmiş olan Ali’nin yaşadığı kastrasyon anksiyetesi ve küçük yaşta kaybettiği annesine olan derin sevgisi, tembelliği, elini attığı işlerdeki beceriksizliği, kilitli banyoları ve kendiyle yalnız kalmayı seven biri olması gibi detaylar izleyiciyle paylaşılan karakter özellikleri arasında yer alıyor.
Seyircisine tebessüm vaat eden film, insana ait küçük detaylara odaklanarak bu ayrıntıların topluma yansıyan yanlarını göstermeye çalışıyor. Bir doktor, terzi, sağlıkçı, taksi şoförü, bekâr bir anne ve küçük bir çocuğunun gözünden insanların nasıl sınıflandırıldığını -genelde ikiye ayrılarak- anlatılırken aynı zamanda onların beden, doğum, yaşam, hastalık ve ölüm gibi varoluşsal olaylara bakış açılarını hicivli ve mizah yüklü bir anlatımla sunuyor. Senaryosu, aynı adla, 2009 yılında kitaba da dönüştürülen (Metis Yayın) filmin, auteur sinemanın Türkiye’deki başarılı örneklerinden biri olduğu söylenebilir.
– İnsanlar ikiye ayrılır: eğri basanlar, doğru basanlar. Eğri basanlar, bel ağrısından kurtulamazlar. Beli ağrıyanın gövdesi ve başı rahat olmaz. Başı rahat olmayan da hayatta doğruyu bulamaz. Hep doğru basmaya gayret edeceksin, hep.
İnsanları sınıflandırma alışkanlığı, aşırı bilgi yükünden kurtulmanın ve karmaşık bir dünya ile başa çıkmanın yoludur[1]. Yani insanları ayrı ayrı değerlendirmek yerine gruplama yapma eğilimindeyizdir. Bir başka teze göre ise kendi grubumuzu oluşturmak ve öz değerlendirme yapmak için insanları sınıflandırırız.[2]. Reha Erdem de bize ayrı özellikleri olan, ancak benzer noktalar barındıran; birbirine muhtaç ve etki altında kalan sosyal varlıklar olduğumuzu hatırlatıyor. Ayrıca insanı, ona özgü olanlarla tanımlayan bir anlatım kullanıyor.
Canlı renkler içeren farklı, sıcak ve insanın zihnine çabucak yerleşen bir film Korkuyorum Anne. Bir dönem filmi gibi görünse de yaşadığımız zamanın içinde İstanbul’un 60’lı yıllardan başlayarak 2000’li yıllarına kadar birçok unsurunu aurasında barındıran bir yapım. Tıpkı Jean-Pierre Jeunet’in Amélie’sinde (2001) olduğu gibi idealize edilmiş, renklerle vurgulanmış bir film olarak karşımıza çıkıyor. Çiçek desenli duvar kâğıtları, parlak renkli kumaşlar, gömlekler, geniş paçalı pantolonlar, çevirmeli telefonlar, telesekreterler, büyük Amerikan arabaları, ahşap salon takımları ve çok eskilerde kalan evler, mahalleler… Karakterlerimizi yeniden kurgulanmış bir İstanbul’da izliyoruz. Özlediğimiz, hatıralarımızda sempati uyandıran ve çevresine kişilik kazandıran bu unsurlar, bir kimlik ve aidiyet duygusu aşılarken filmin sıcak atmosferi içinde kendimizi evimizdeki kadar rahat ve huzurlu hissediyoruz.
Ritmik bir kurgu, kıvrak oryantal ezgiler içeren müzikler eşliğinde insanın vücut dili, film boyunca hem anatomik hem de dilbilimsel açıdan takıntılı bir şekilde vurgulanıyor. Bel çevresi, göğüsler, eller, ayaklar, iç organlar, kemikler, bilekler, dizler üzerine dilimizde yer alan deyimlerden, duygularımızı içeren isimlere kadar geniş bir yelpazede “insan” kavramı ele alınıyor. Saç saça, kol kola, nefes nefese, dişe diş, baş başa, dirsek dirseğe, kafa kafaya, boğaz boğaza, yüz yüze, yumruk yumruğa, kıç kıça… gibi beraberlik, muhtaçlık ve karşıtlık içeren sözcüklerin aslında insanın sosyal bir varlık olmasından kaynaklandığını ortaya koyuyor. Özellikle korkunun hayatımızdaki birleştirici etkisine değinen film; toplum olarak korkularımızın üstesinden gelerek onları sazlı sözlü eğlencelere dönüştürebildiğimizi gösteriyor. Bunu yaparken annenin güven verici rolü de unutulmuyor. Ağlayışlarımızı susturan -her ne kadar hüzünlerimizin sebebi de olsalar- yegâne mantramızın, annemiz olduğu hatırlatılıyor.
– Nasıl tanıyayım herkesi?
– Doğru, kendimizi bile zor tanıyorken, haricimizdekileri çözmek-tanımak o kadar kolay mı?
Korkuyorum Anne baba otoritesinden korkan ve ezilen erkek evlatların (Ali), annesinin baskın karakteri altında iğdiş edilen “yetişkin çocukların” (Keten), sevgiyi yanlış yerlerde arayan kadınların (İpek), köpeklerini evlatları kadar çok sevdiğini düşünen insanların (Neriman) filmidir. Karakterlerin zamanla açığa çıkan bilinçaltı, bizi film boyunca güldürse de, babaların ve annelerin, bastırılmış korkuların kaynakları olabileceklerini göstermesi açısından da düşündürücüdür.
Film, sayısız varyasyona sahip insan türünün, fizyolojik benzerliklerine rağmen ne kadar farklı karakterlere sahip olabileceğini detaylı bir şekilde işliyor. Bunu da aynı olaylar karşısındaki farklı tepkilerimizle ve takıntılarımızla gösteriyor. Ve soruyor film bize; “İnsanı her haliyle sevebilir miyiz?” diye. Kokusuyla, nefesiyle, hastalığıyla, görünenin altındaki görünmeyenleri ile… Ayrıca ne kadar tanısak da birbirimizi, bu denli gizem dolu olabileceğimizi de gösteriyor. İpek’in dediği gibi, “Herkes çıplak olunca ne komik oluyor”. Çocukluğumuzla olan bağlarımızı, takıntılarımızı, bir savaş gazisinin yaraları gibi övünçle sunduğumuz hastalıklarımızla olan bağımızı, ümitlerimizi, korkularımızı, benzerliklerimizi, benzersizliklerimizi, yani bizi, bize “bizimle” anlatan, hümanist bir film Korkuyorum Anne.
– Evet. Derin nefesimizi içimize doldurduk, doldurduk, doldurduk. Sonra, yavaşça boşaltıyoruz… Ayaklarımız yere iyice yapışıyor. Göğsümüzü geriyoruz. Kollarımızı yavaşça kaldırıyoruz… Uzaklara bakıyoruz, çok uzaklara. Yay gibiyiz! Dimdik! Gövdemiz dik, başımız dik! İşte buradayız! Çok gururluyuz, çok! ‘İyi ki varız!’ diyoruz, iyi ki varız!
[1] Spears ve Haslam, 1997:171
[2] Condor 1990:231, Doosje ve Ellemers 1997:258, Turner 1991:16