Düşüncelerimizi Belli Bir Formdan Çıkaran İllüzyonist Georges Méliès Dünyası
Tek bir çekimden meydana gelen bir trenin istasyona gelen görüntüsüyle görseli teknikle birleştiren sinema tutkunu Lumière kardeşler, izleyicilerin arasından bir kişinin içinde yanıp tutuşan illüzyonu ortaya çıkarır. Trenin seyircilerin üzerine geldiği anda korkan ve koltukların arkasına saklanan insanların arasında görüntüyü gözlerini kırpmadan izleyen, perdeyle bütünleşen ve o ana âşık olan birisi durur. Sihirli sözcükler söylenir, şapkadan güvercin çıkar ve illüzyon Georges Méliés dünyasında başlar…
Méliés’in sinematografın sınırlarını genişletmeye yönelik tutkusu, Fransız sinemasıyla birlikte sinema tarihinin de başlangıcını oluşturur. Nasıl bir ressamın, bir karikatüristin, heykeltıraşın, senaristin, aktörün, yönetmenin, prodüktörün ya da sihirbazın insanlara sunduğu eser hayatından izler taşıyorsa, Mêliês’in dünyası bu niteliklerin hepsini kapsar. Aslında sinemada birçok konuda ilklerin öncüsü olacağından bihaber kendi çizdiği yolunda ilerlerken, sinemada çığır açacak ve anlatımı eğip bükecek birçok tekniğin keşfini kendisiyle birlikte sinemaya da yaşatır. Öyle ki gözden yitirme, maket kullanma, üst üste bindirme, karartma, renklendirme gibi birçok sinema tekniğini filmlerinde tesadüfen kullanırken aslında büyülü bir dünya karması yaşatır. Filmlerinde her bir tabloyu canlandırıp, resimler üzerinden hikâye anlatmaya başlar. İnsan bedenini var olan kalıptan, belli bir formdan çıkarır ve hikâye anlatıcı içerisinde yeni bir form yaratır. Onun için beden bütün olmamalı ve birlikte durmamalıdır. Gördüğümüz karelerde hiçbir şey normal değildir. Tablodaki resimler yakınlaşır, kaybolur, biçimsizleşir, biçimini değiştirir, cismi bozar ve onları notaların, yıldızların ve güneşin içerisine yerleştirir. Onun için hayatın arka planında sanki hep ay, yıldız güneş ve satürnü kucaklayıp götüren kadınlar vardır. Matruşka misali nesneler birbirinin içinden çıkar ve bizi sarmal döngüye davet eder. “Hayatta böyledir, tekrarlardan ve iç içe geçmişlikten ibarettir.” der sanki Mêliês. Onun filmlerine yalnızca illüzyondan ibaret demek haksızlık olur. Dünya gerçekleriyle ilgisiz olmakla suçlanmasına rağmen, fantastik dünyanın içerisine iğnelemelerini de yerleştirir ve haksız yere suçlandığını kanıtlar nitelikte filmler üretir. En büyük eksiğin hikâye anlatımı olduğuna inandığı bu varoluşsal savaşında, dönemin büyük insanlarının kendilerini resmettirdiği ve yüceleştirdiği Rönesans tablolarıyla dalga geçer, onları palyaço hâline getirir ve biçimlerini değiştirir.
Yapım yılı itibariyle filmleri, Sanayi Devrimi’nin en gösterişli yıllarına denk gelir. Arka planda gösterilen şehirlerde evden çok fabrikalar vardır. Filmlerinde sıkça gördüğümüz işçiler de sistemin istekleri doğrultusunda anlam kazanır. Aynı zamanda işçi sınıfının içerisinde kadınların çalışma hayatına girmesini destekler nitelikte bir yaklaşım göstererek, birçok sahnede çalışan kadınlara yer verir.
İlk bilim kurgu filmi özelliği gösteren en önemli filmi Ay’a Yolculuk (1902) da, aslında insanoğlunun var olan dünyasına sığmayışı ve Ay’da yaşayan ırkı bile rahatsız eder dereceye geldiği yok etme ve tüketme arzusunu eleştirdiği filmidir. Ay’ın roketin gözüne saplanması ve kanamaya başlamasıyla birlikte bu göndermeyi de rahatça anlarız.
Sinema tutkusu içerisinde giderek ticarileşen Fransız film sanayisiyle sonuna kadar mücadele eden Mêliês, sessiz çığlıklar arasında giderek ticarileşen izleyiciler yüzünden büyüsünü kaybeden filmlerini yakar ve ardında günümüze kadar gelen eserleriyle tekrar değer kazanan büyülü bir dünya bırakır.
Göksu Ertüren