Bir yönetmene onu tanımadan hayran olmak böyle bir şey olsa gerek. Tarsem Singh’i, onu önemli yönetmenler listesine sokan filmi The Fall’dan önce keşfetmiştim, evet. Ama piyasaya çıktığı günden beri hepimizin diline dolanan, zamanında kafelerde, orada burada çaldığında ağzımızla eşlik etmeden duramadığımız R.E.M. grubunun Losing My Religion şarkısının, her karesi Rembrant’ın elinden çıkmış gibi duran unutulmaz klibini çeken yönetmen olduğunu öğrenişim, hepi topu bundan birkaç sene öncedir herhalde.
Tarsem Singh, 1961 yılında Hindistan’da dünyaya gelmiş, babasına rağmen ABD’de okumayı kafasına koymuş, kafasına koyduğunu da başarıyla gerçekleştirmiş bir yönetmen. Doğduğu toprakların otantik olagelmişliğinden midir bilinmez, bakışı, görüşü, gördüğünü ve düşündüğünü gösterişi beni çok etkilemiş bir zat-ı muhterem… Bu etkilenişim aslında, zamanında Jennifer Lopez oynuyor diye ağzımı yüzümü buruşturarak izlemeye koyulduğum, ama daha ilk dakikalarında kendimi adeta bir Salvador Dali tablosunun içinde bulduğum ve filmin ikinci dakikasından itibaren Lopez’i falan külliyen unuttuğum filmi The Cell’e (2000) dayanıyor.
Komaya girmiş bir seri katil (Vincent D’Onufrio), onun ele geçirdiği son kurbanını kurtarmayı görev edinmiş bir FBI ajanı (Vince Vaughn) ve insanların bilinçaltında babasının tarlası gibi gezinen, gözü pek terapist (Jennifer Lopez) üçgeninde gelişen hikayesi ile Tarsem 2000 yılında karşımıza çıktığında, filmin görsel sanatları kullanarak vahşeti bile izlenebilir hale getirişine, hatta ciddi şekilde vahşeti görsel şölen yapıp karşımıza koyuverişine hayran kalmıştık. Odd Nerdrum, Damien Hirst, Salvador Dali, Hans Rudolf Giger gibi sanatçıların eserlerine göndermelerde bulunan film, fantastik senaryosu (Mark Protosevich), başarılı görüntü yönetimi (Paul Laufer) ve unutulmaz kostümlerinin (Eiko Ishioka) yanı sıra, müzikleriyle de (Howard Shore) izleyiciyi etkilemeyi başarmıştı. Şairane bir görselliğe sahip bu yapıt, görüntüsünün doğasına aşırı aykırı şekilde aynı zamanda bir polisiyeydi de! Aslında tüm etkileyici görselliğini bir yana bıraktığımız ve filmi salt senaryosu ve oyunculukları açısından değerlendirdiğimizde, vasat bir polisiyeydi hatta. Yine de Tarsem bu ilk filminde, senelerdir içinde biriktirdiği şöleni gözler önüne seriyordu.
The Cell’den altı yıl sonra, biz artık yavaş yavaş parçalara bölünen at sahnesinin, karınları deşilen insanların gerginliğini üzerimizden atmaya çalışıyorduk ki, ikinci filmi olan The Fall (2006) imdadımıza yetişti. İlkinin aksine o kadar naif, o kadar masalsı ve özellikle küçük oyuncusu Catinca Untaru yüzünden o kadar tatlıydı ki… 1920’lerin Los Angeles’ında bir hastanede geçen filmde, ilk dublörlük deneyiminde sakatlanmış Roy (Lee Pace) ile, kolunu kırdığı için hastanede bulunan küçük Alexandria’nın (Catinca Untaru) bir hikaye etrafında dönüp dolaşan tuhaf dostlukları konu ediliyordu.
”You should ask someone else. There’s no happy ending with me.”.
Anlatılan hikaye o kadar çarpıcı ve bir o kadar da gerçekçiydi ki… Masalların gerçek olabileceğini getiriyordu akla. Filmin hazırlık aşamasında ince elenip sık dokunduğu belliydi. En ufak ayrıntı bile mükemmel şekilde yerine oturuyordu. Çeşitli hikayelere, masallara, mitlere fırlatılan fiyakalı, sürrealist bir bakış gibiydi. İki karakterin aralarındaki bağ kuvvetlendikçe, anlatılan hikayenin Roy’a mı, yoksa Alexandria’ya mı ait olduğunu anlayamıyorduk. Zira biri anlatıyordu, evet, ama biz bir diğerinin hayal gücünü izliyorduk.
The Fall’un ilk sahnesinden son sahnesine kadar izleyiciye yaşattığı metafor sağanağı kelimelerle açıklanacak gibi değil. Anahtar deliğinden duvara yansıyan atın gölgesi ile en temel fotoğraf prensibine yapılan göndermeden tutun da, Darwin ile Wallace ilişkisini bütün bütün gözümüze sokmasına kadar her şey en ince detayına kadar hesaplanmış. Temel olarak hayatın bir düşüşten ibaret olduğunu, yaşamın düşüşle başladığını ve düşüşle son bulduğunu söylemeden gösteren, varlığına şükredilesi, şairane filmlerden biriydi benim için Düşüş.
Çevresini bizlerden çok daha farklı, daha gerçekdışı, belki de şiirsel bir bakış açısıyla ya da farklı bir efektle, daha değişik bir lensle, belki bir başka filtreyle gördüğüne inanmak istediğim bir adam Tarsem Singh… Tamamen kendisi hakkındaki kişisel duygularımı göz önünde bulundurarak şunu söyleyebilirim ki: o benim için gerek sanata, gerekse sinemaya bakış açısıyla önemli ve başarılı bir yönetmen. Sinemasının simgeselliği, kullandığı planların enteresanlığı, hayal gücünün derinliklerinde biçimlendirdiği hikayeleri, kullandığı canlı renkleri ve modern sanata yaptığı göndermeleriyle izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. The Fall filminin başarılı afişiyle Salvador Dali’nin The Face of Mae West ve The Burning Giraffe tablolarına yaptığı göndermelere hayran kalmamak elde değil. Sinemada alışılmışın dışında bir çizgi yakalamayı başarmış bu yönetmenin, her filmiyle sadık takipçileri listesine katmayı başardığı ünlü, ünsüz milyonlarca insan var. O ünsüz ama sadık takipçilerden biri olarak ben, geçen yıl çekmiş olduğu The Immortals’tan, başlı başına farklı yapıda bir yazının konusu olabileceğinden dolayı, hiç bahsetmiyor, ama Mirror Mirror’ı heyecanla beklediğimi de söylemeden geçemiyorum.