8. Çalı Köy Filmleri Festivali’nde Kurmaca Kısa Film Kategorisi’nde finale kalan Teamül’ün (2023) yönetmeni Ali Rıza Bayazıt ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz.
Röportajımıza sinema okumamış yeni mezun bir peyzaj mimarı olarak başlamak istiyorum. Siz de mühendislik mezunusunuz ve mesleğinizi de yapmaya devam ediyorsunuz. Sinema serüveniniz nasıl başladı?
Aslında ortaokul yıllarındayken temelde niyetim bilgisayar mühendisi olmaktı ve onun üzerine çalışmalar yaptım. Fakat aynı dönemde sinemanın yeni kilometre taşları ortaya çıktı: Matrix (1999), Yüzüklerin Efendisi (2001), hemen öncesinde Harry Potter (2001) … Hepsi art arda vizyona girdi. Sonrasında ben de benim yapmam gereken meslek bu dedim ve lisede kısa filmler çekmeye başladım.
Peki mühendislik tarafının sinemanızı ne şekilde beslediğini düşünüyorsunuz? Aldığınız analitik ve çözüm odaklı eğitimin senaryo yaratımında, kurguda ya da setteki herhangi olası bir durumda size sağladığı pratikler var mı?
Kesinlikle. Aslında bunu iki taraflı düşünmek lazım. Yani bu taraftan kazandığım şeylerin de o tarafta çok faydası oluyor. Mesela hikâyelerde giriş gelişme sonuçtan bahsediyoruz. Üst yönetime sunum yaparken de yine giriş gelişme sonuç olarak sunumunuzu yaptığınızda daha anlaşılır hâle geliyor. Film konusunda da her ne kadar sözel, edebi bir şeyle uğraşıyorsunuz gibi gelse de bir süre sonra bu işin de bir matematiği oluyor. Hem görsel anlamda hem hikâye anlamında. Dolayısıyla onu daha iyi analiz edebilme adına matematik odaklı düşünmenin faydasını görüyorum kesinlikle. Mühendislikte özellikle çoğu şeyi formülize etmeye çalışırsınız. Yine senaryoda da bunu yapıyorsunuz, bir şeyler çekerken de bunu yapıyorsunuz. Planlama yaparken bile bir noktada öyle düşünüyorsunuz. Yani çok faydası olduğunu söyleyebilirim.
Son dönemde belki de yaşadığımız şeylerden kaynaklı sürekli dram tarzında işler görüyoruz. Teamül izlediğimiz kısa filmler arasında daha tatlı, pozitif duygular getiren bir çalışma. Söyleşide Yeşilçam tarzını yansıtmak istediğinizden bahsetmiştiniz. Bu hisleri de Yeşilçam olarak değerlendirebilir miyiz? Yeşilçam’ın hangi dinamiklerinden ilham aldınız bu filmi yaratırken?
Ben de bu durumdan rahatsızım. Yani izlediğimiz çoğu film distopik artık. Her şey bir yok oluşa gidiyor, her şeyin bir olumsuz yönü varmış gibi gözüküyor. İnsan olarak bizim bir arada tutunmamızı sağlayacak ana dinamikleri zaman içerisinde kaybettiğimizi düşünüyorum. Ben genelde seyircinin filmden ayrılırken hissettiği son duygu ile ilgileniyorum. Filmden sonra aklında bir soruyla gittiğini düşünüyorum. Yani acaba alternatif bir şey yapılabilir miydi, acaba ben olsam ne yapardım gibi soruları sormasını sağlamak istedim. Yeşilçam’da da aile, komşuluk bağları gibi şeyler çok ön plana çıktığı için ya da o sınıf ayrımının insanlar arasında oluşturduğu olumsuz imajı yine bir birliktelikle, beraber olmakla çözdüklerini gördüğüm için ben de bu şekilde yapmak istedim. Zaten sinemanın da bir noktada döngüsel olduğunu düşünüyorum. Bir önceki kuşak Yeşilçam filmlerini seviyordu. Yeni kuşak daha farklı şeyler seviyor ama önceki nesilden kalanların hâlâ duyduğu, görmek istediği, ihtiyacı olan filmler olduğunu düşünüyorum. Bu film birazcık da öyle aslında.
Bizim kuşağa da ilaç gibi geldi gerçekten. Her ne kadar Yeşilçam’dan kopuş yaşasak da onu görüyoruz ve hissediyoruz. Böyle tanıdık, güzel bir anı yakalamak gibi.
Arz ve talep döngüsü var aslında. Size ne sunuluyorsa onun talep edilmesi isteniyor bir noktada. Fakat bir yerde ben kendimden yola çıkarak böyle filmler izlemek istiyorum deyip bunu çekmeye çalıştım.
O kaygıdan ziyade zaten birinin izlemek istediği şeyi severek çekmesi bence çok yansıyor. İzleyici olarak biz o samimiyeti çok net hissedebiliyoruz. Söyleşide seyircinin belki de ilk başta anlamadığı ya da hikâyede geride olan bir bisiklet sahnesi üzerinden bir soru gelmişti, oradan devam edeyim. Burada okuyucuların da ilham bulabilmesi adına bir filmin hikâyesindeki katmanlaşmayı, birbirini besleyen olay ya da sahnelerin yaratma süreçlerini nasıl anlatabilirsiniz? Düşündüğümüz zaman orada bir mühendislik var mı? Katmanlaşma nasıl ilerliyor?
Tek bir yoldan bahsedemeyiz, bunlar birbirini sürekli olarak besleyen şeyler. Ben başka bir hikâye yazıyordum aslında. Apartmanınızda alt katınıza bir gün önce taşınan bir adam vefat etse ve onun dinini bilmeseniz neye göre gömersiniz? Hemen öncesinde kiliseye yardım yapmış ama camiye de yardım yapmış. Diyorlar ki ‘’Acaba Hristiyan mı Müslüman mı?’’ Sonra tutarları kıyaslıyorlar, hangisine daha çok yardım yapmışsa o dinden sanıyorlar ama bakıyorlar ki ikisi de eşit. Ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Böyle bir hikâyede ne olabilirdi acaba? Yani hiç dinini bilmediğin bir insanı neye göre gömersin? Buradan çıkmıştım aslında. Bunu bir arkadaşıma anlattığımda o da 2016 yılında yaşanmış bir olay var, ben sana onunla alakalı haberleri atayım bir ona bak istersen dedi. Böyle bir hikâyeyi okuduktan sonra kafanızdan çıkmıyor bir süre, diyorsunuz ki ben bunu anlatmalıyım. Bunun için de benim çoğu zaman ilk yaptığım şey empati. Ben bu adamın yerinde olsaydım, Avrupa’da olsaydık, kilisede Hristiyanlar için böyle bir düzenleme olsaydı ve ben sırf Müslüman olduğum için bu yapılmıyor olsaydı, yerel hikâyemi nasıl anlatırdım? Yola da şöyle çıktım; bizim mutfaktaki pencerenin önüne yemek artıklarını kuşlar yesin diye atıyorum. Bir gün baktım tamamen kurumuşlar. Eyvah, ya bunu bir kuş yerse ve boğazına takılırsa? Ben iyilik mi yapıyorum, kötülük mü? Kedi hikâyesi oradan çıktı. Eskici Salim ile Terzi Adem’in hikâyesi de oradaki hikâyenin alternatif bir versiyonda nasıl olabileceğini düşünmek üzerine diyeyim. Böyle bir durum yaşanıyor. İmamın da hiyerarşik olarak bir çıkmazı var. O da bir memur. Mahallenin de bir isteği var, imam onu yerine getirmek istiyor. Ama bir noktada onu bağlayan şeyler de var. Peki böyle bir durumda ne yapılabilir? Aslında bir çözüm daha var. Yani orada sıkışıp kalmanın dışında gidip kendi kendine bir aksiyon alma hâli. Hatta orada Salim zabıtaya rağmen bu aksiyonu alıyor, camide hiç konuşmuyor. Orada hep kenardan dinliyor, sözünü çıkıp dışarıda söylüyor. Biz de Terzi Adem’in durumunu Salim ile beraber camide öğreniyoruz. Hepimiz için bir şok anı oluyor, Salim için de, bizim için de… Yapıyı öyle kurmaya çalıştım. Bir söyleşide aldığım geribildirim çok hoşuma gitti. Biri dedi ki yönetmenler anons edildiğinde ve siz sahneye çıktığınızda ben Teamül’ün yönetmeninin siz olduğunuzu tahmin ettim. Çünkü mizacınız filme yansımıştı dedi. İnanılmaz ve beni çok mutlu eden bir geri bildirim. Bu biraz anlattığınız filmlere, sizin hikâyelere etkinize bağlı. Ben orada bu işin sulhla çözülmesi gerektiğini, herkesin durması gerektiği yerde durmasını ve çözüm için aksiyonu alanın bazen siz olmanız gerektiğini anlatmak istedim aslında.
Elinize sağlık. Filmde siyasi, bürokratik, sosyokültürel, dini başlıkların tek bir hikâyede toplanmış olduğunu görüyoruz. Senaryoyu çalışırken kafanızda en çok odaklandığınız bir başlık var mıydı? Bu filmin büyük tek bir derdi var mı? Yoksa hepsinin biraz harmanlanmış hali mi?
Hikâyeler anlatmaya başladığınızda zaten ister istemez gerçek hayattan esinleniyorsunuz. Gerçek hayatta bunlar ne kadar varsa o kadar katmaya çalışıyorsunuz. Gerçek hayatta bazı şeyler sizi ne kadar irrite ediyorsa, o kadar yer almasını istiyorsunuz. Bu bürokratik engeller beni rahatsız ediyor, bunu anlatmak istiyorum tabii ki de. Öte yandan herkesin bir kurtarıcı beklemesinden de çok rahatsızım. Hadi işte imam sen yap. Hayır, başka bir çözüm daha var, bir de bunu düşünün, hep kurtarıcı beklemeyin. Siz aksiyon insanı olun. Dolayısyla anlatmak istediğim şeyler ve en çok karşılaşılan sorunlar ne kadar varsa filmde de o kadarı yer alıyor.
Kahramanmaraş’ta doğup büyümüşsünüz. Filmi orada mı çektiniz? Çekimlerde sizi zorlayan bir şeyler oldu mu?
Filmi Bolu’da çektik. Ben İstanbul’da yaşıyorum. Normalde İstanbul’da birçok mekân baktık fakat İstanbul şu andaki hâliyle ve düşük bütçeyle çok da istediğimiz ortamı oluşturacak bir yer değildi. Siz film çekerken yandan lüks bir araç geçiyor ve bütün duygunuz bozuluyor. Trafiği de çektiğiniz şey kısa film olduğu için durduramıyorsunuz. Dolayısıyla alternatif arayışlara girdik. İstanbul’daki bütün köylere baktık. Olmayacağını anlayınca farklı yerlere bakalım dedik. Ortak yapımcımız Ramazan’a söylemiştim ben neresi olabilir diye. Dedi ki, bu filmin yeri Bolu. İyi dedim, o zaman beraber gidelim. Atladık araca dört saat Bolu’ya gittik ve gittiğimizde evet dedim, burası. Hatta şöyle hatırlıyorum yolda virajı döndük ve terzinin olduğu yeri gördük. Aslında bizim gerçek hikâyemizde Adem, kumaşçı idi. Orada o mekânı görünce daha güzel hâle getirmek için kumaşçıyı terziye çevirdik. Çekimde yaşadığım zorluk ise, cami ile terzi karşı karşıya değildi ama senaryo gereği biz onu karşı karşıya göstermek zorundaydık. Caminin kapısını söküp terzinin karşısına götürdük. Mizanseni böyle kurabildik.
Son olarak festivali soralım size. Nasıl geçiyor festival? Neler yaşıyorsunuz?
Daha önce burada çekilmiş filmi baz alarak, ona atıf yaparak, yıllar sonra onu tekrardan anarak, özümseyerek ve insanları kamp çadırı ile bir araya getirmenin bir yolunu bularak bir festival yapma düşüncesi çok güzel. Ve ben de festivalde yer aldığım için mutluyum tabi ki; ancak keşke ilk gün de gelebilseydim diyorum. Genel olarak her şey olması gerektiği gibi. Kaç yıllık olduğuna bakılmaksızın her festivalde yaşanabilecek potansiyel sorunlar var ama her seferinde iyiye gittiğini görmek çok kıymetli.
Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.