Konuşmakla aynı dili paylaşmak arasında kelimelerin çizdiği ince bir sınır vardır. Ancak kelimelerden kastedilen, kâğıda harf harf işlenen ya da bir sese bürünüp ağızdan çıkan semboller değil; hislerin, sezilerin ve bakışların, başka bir aracı olmaksızın bir insanı başka bir insana hissettirme yoludur. Birbirimizi cam ekranların arkasında birtakım işaretlerden medet umarak tanımaya, anlamlandırmaya çalıştığımız bu çağdaysa başkalarıyla aramıza giren ekranlar, sadece düşüncelerimizin alanına sınır çizmiyor; bunun yanında insanın, fiziksel varlığından ileri gelen özgün dilini tamamen iletişim dışında bırakıyor. Yani kelimeler artık, sahibi gibi görünmüyor; sahibinin kokusunu, teninin rengini, gülüşünü, bakışlarındaki ufak değişimlerin hassasiyetini taşımıyor. Tüm bunların yerine varlık gücünü tamamen harflere basan parmaklara vererek üst bir dil ve kimlik oluşturuyor. Ancak insanın güzelliği, soyut kelimelerle ifade etmeden vücudunun anlattığı hikâyelerde gizli. Onu, çözmek için hissedilmesi gereken gizemli bir bilmeceye çeviren de bu. İşte 2015 yapımlı kısa filmi Stutterer’da insanın güzelliğini böyle bir dille anlatmaya çalışıyor Benjamin Cleary.
Bir telefon konuşmasıyla giriyoruz Greenwood’un (Mathew Needham) zihnine. Kelimeler, ağzında parçalanıyor, sesler tekrarlanarak birbirine karışıyor; telefonun karşısındaki görevli, konuşmaya son vermek zorunda kalıyor. Çünkü doğuştan kekemelik sorunu yaşıyor Greenwood. Sesine dökülen kelimelerle zihninden geçirdikleri, farklı dilleri konuşuyorlar. Bu sıkıntısı nedeniyle çevresindekilerle sağlıklı bir iletişim kuramıyor ve mümkün olduğunca konuşmamayı, sessiz kalmayı tercih ediyor. Ancak toplum içinde sürekli yarım kalan kelimeleriyle bilinen bir kimliği taşımak zorunda değil. Bunun için de kendine bir üst kimlik edinebileceği sosyal medya üzerinden kuruyor iletişimini, hatta duygusal ilişkilerini. Ellie (Chloe Pirrie) ile altı aydır sosyal medya üzerinden sürdürdükleri ilişki, bir gün Ellie’nin, Londra’ya, yani Greenwood’un yaşadığı yere geleceğini ve onunla bizzat görüşmek istediğini belirtmesiyle bir anda cam ekranların sınırlarından çıkarak gerçek hayatın kapısını çalıyor. Ancak Greenwood, bu zaman boyunca Ellie’den sakladığı kekemelik sorununun ortaya çıkmasını ve ilişkilerinin bu yüzden bozulmasını istemediğinden, Ellie’nin isteğini geri çevirmek için kendi içinde bahaneler üretmeye başlıyor. Sonunda bir bahane bulmanın, duruma yalnızca geçici bir çözüm getireceğini kabul ederek Ellie ile görüşmeye karar veriyor. Buraya kadar, giriş ve gelişmesini az çok tahmin edebildiğimiz, pek de sıra dışı sayılmayan bir kurgudan bahsediyoruz. Ancak Stutterer’ı Oscar adaylığına taşıyan ve kısa film kategorisinde pek çok ödülün sahibi yapan anlatı üslubu, şüphesiz filmin ilk dakikasından itibaren seyirciyi kendine bağlayan en önemli unsur.
Her şey Greenwod’un iç sesi ile sınırlı. Onun anlattıkları kadarını biliyoruz; kendi kendine konuşarak bize araladığı hayatına dair parçaları, iç sesiyle yaptığı anlık betimlemelerle bir araya getiriyoruz. Filmi izlerken hayatı onun temposunda görüyoruz, duyumsuyoruz. Ve zamanla Greenwood’un iç sesi, kendi iç sesimizin yerini tutmaya başlıyor. Bu dünyada kelimeler yarım değil; aksine şairane bir üslup ve belli bir ritimde ilerliyor her şey. Böylece kelimelerin söyledikleri ve söylemedikleri arasındaki ayrım, hiçbir yadırgama olmaksızın gayet doğal bir şekilde izleyiciye yansıtılıyor.
Greenwood’un iç sesinin çizdiği sınırdan görebildiğimiz ve yargıladığımız dünya öyle kısıtlı ve küçük ki… Bu sınır, film boyunca iç sesin özellikle Ellie hakkında bulunduğu varsayımlarla gittikçe daraltılıyor ve ikilinin karşılaşma ânında Greenwood’un gittikçe artan gerginliğiyle birlikte bütün bakışları, yolun karşısında onu bekleyen Ellie’e odaklıyor. Sanırım bu noktada hikâyenin bir sonraki adımını anlatmak, filmin müthiş finaline yapılacak en büyük haksızlık olur. Nitekim film, final sahnesiyle tepeden tırnağa yeni bir anlama bürünüyor. Baştan sona bütün sahneler izleyicinin zihninde canlanıyor, tekrarlanıyor, yarım kalan anlamlar tamamlanıyor; tıpkı Greenwood’un kekemeliği gibi film, izleyicide kendini tekrar ettiriyor. Bu bağlamda belki de kekeme olan, filmin esas iç sesi; Cleary’nin, bu iç sesle kendine bağladığı izleyiciye duyumsatmak istediği de bu. Filmin biçimsel yapısındaki bu zekice detay, duygusal anlamda da hedefine tam olarak ulaşıyor: Greenwood’un gözleri nasıl hayretle açılıyor, bedeni bir anda donuyorsa biz de aynı şekilde tepki veriyoruz; adeta film boyunca bizim içimizde de konuşan sesin sahibi olan bedenle bütünleşiyoruz. Peki, ne demiştik başta? Cümlelerimizin birer noktası olsun yahut kelimeleri yarım kalsın, ancak bedensel olarak karşıdakini duyumsadığımız zaman işaretler, birer anlama sahip olur. Aradaki ekranların sınırı kalkar ve zaten bir şeyler anlatmak için konuşmaya gerek kalmaz.
Şimdi tekrar son sahneye dönelim: Yolun karşı tarafında Ellie’ye bakarken, işte tam da konuşmakla aynı dili paylaşmak arasında, kelimelerin çizdiği ince bir sınırdayız.