Bir insanın, gençlik döneminin artık sona ermekte olduğunu hissettiğinde istekleri ve hayattan beklentileri değişir mi? Ya da insana artık yetişkin olduğunu hissettiren durum tamamen toplumun beklentileri ve normlarıyla oluşmuş, öğrenilmiş kalıplar mıdır? Belirli bir yaşa gelmiş bir insandan, artık “gerçek kimliğini bulmasını” ya da hangi yolu izlemek istediğini bilmesini beklemek, birey üzerinde oluşturulmuş bir baskı mıdır? “Büyümeden önce” yapılmak istenen o kadar çok şey varken, bir gecede bunları bir kenara bırakmasını beklemek, toplumun insanlara yakıştırdığı tekdüzeliğin bir sonucu mudur? Joachim Trier, The Worst Person in the World (2021) filminde bu soruların cevaplarını araştırır. Kendine özgü anlatım tarzıyla birlikte, eskimiş konulara alışılmadık bir bakış açısı katarak hikâyesini akıcı bir yapım hâline dönüştürür. Filmde aile hayatı, kariyer ve romantik ilişkiler de dahil olmak üzere hayatının birçok yönü ile mücadele eden bir kadın, kararlar ve çelişkiler arasında gidip gelerek yaşam mücadelesi verir.
The Worst Person in the World, otuzlu yaşlarının eşiğinde bir kadın olan Julie’nin (Renate Reinsve) hayatındaki çalkantılı zamanları anlatır. Yetişkinlik ile gençliğin arafında hisseden Julie, kararsızlıklarının ve ikilemlerinin doruklarındadır. Genç olarak addedilirken hata yapmasına, pervasız bir özgürlükle hareket etmesine, “gerçek kimliğini ve mesleğini” bulmadan önce bir dizi deneme yapmasına alan sağlayan hayat, artık şekil değiştirmektedir. Romantik ilişkilerindeki “doğru insan” algısı artık farklılaşmıştır. Julie, gerçekte kim olduğunu ve hayattan ne istediğini keşfetmeye çalışırken hem meslek seçimleri hem de ikili ilişkileri sürekli bir değişim içerisindedir.Erkek arkadaşı Aksel (Anders Danielsen Lie) Julie’yi daha durağan bir hayat için zorlamaya başladığında, o inatla bu tür önerilere karşı çıkar. Aksel, kırklı yaşlarının ortalarında ticari olarak başarılı bir çizgi roman sanatçısı ve şimdiye kadar hayatındaki birçok hedefine ulaşmış birisidir. Julie, onun bu özelliklerini çekici bulmasına rağmen kendini ondan farklı bir kategoride görmektedir. Evlenmek için acele etmek yerine, gençliğini en iyi şekilde değerlendirebilmenin özlemini çeker. Aksel ile birlikteyken yaşayamadığı öngörülemezliği ve heyecanı sunan, Julie’nin yaşında bir adam olan baştan çıkarıcı Eivind (Herbert Nordrum) ile karşılaştığında ise durumlar farklılaşır. Julie, Aksel’i gözden çıkararak Eivind ile bir ilişkiye hazırlanır. Ancak Eivind ile paylaştığı anlık neşe, Julie’yi huzursuz eden bütün soru işaretlerinin bir cevabı mıdır? Yoksa kısa ömürlü bir merhem midir? Julie’ye umutsuzca arzuladığı iç huzurunu sağlayabilecek kişi Eivind midir? Yoksa bunlar sadece Julie’nin kendi içinde çözmesi gereken problemler silsilesi midir? Julie’nin hikâyesi bu sorularla ve çelişkilerle girdiği bir mücadeleye evrilir.
Joachim Trier’in on iki bölüme ayırdığı hikâyede, her bölümün başlığı o bölümde olacaklara dair bir ipucu verir. Bazıları daha belirsiz, bazıları ise net bir yönü işaret eder. Bölümler, alışıldığı gibi zamansal bazı dönemleri göstermekten ziyade, Julie’nin hayatının önemli parçalarından oluşmuş, duygusal bir yolculuk inşa eden kesitlerle şekillenir. Trier’in senaryosu, Julie’ye karşı büyük bir empati kurar. Seyirciye, onun hayat yolculuğunu aksiliklerine veya eksikliklerine rağmen asla yargılamadan, kendi fikirlerini oluşturmasına izin verir. Kararlarını algılamak için tek bir bakış açısı sağlamaktansa, tartışmalı senaryolardaki seçimleri hakkında bir izlenim sunar. Trier, bu üç karakter arasındaki aşk üçgenini odağa alarak romantik bir drama yaratmak yerine ne bir iyi adam ne de kötü adam olmadan, her iki partnerdeki olumlu ve olumsuz yönleri sunar. Çünkü insanlar bu indirgeyici kategorilerden daha fazlasıdır ve Trier bu çok boyutluluk konusunda gayet dürüst davranır. The Worst Person in the World, türüne ait klişe yapıdan saparak kendini benzer hikâyelerden ayırır ve izleyicinin beklentilerinin yıkılmasına da izin verir. Belirli geleneklere borçlu hissetmekten ziyade hayatın kendi gibi, çok daha dinamik, anlamlı ve akılda kalıcı bir yolculuğu sergiler.
The Worst Person in the World göz kamaştırıcı oyunculuk performanslarıyla güçlenir. Cannes Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü de kazanan performansıyla Renate Reinsve, Julie karakterinin bu denli çarpıcı olmasında çok önemli pay sahibidir. Reinsve, komedi ve dramayı ele alışında kesinlikle dinamik bir performans oluşturur. Julie’ye ve onun yolculuğuna dair gerçek bir hissiyat bütünlüğü sergiler. Film boyunca bölümden bölüme ustaca olgunlaşır. Tüm yol boyunca tutarlı bir tasvir oluşturur ve sürecin temposunun aksamamasında başı çeker. Anders Danielsen Lie, Reinsve ile inanılmaz bir sinematik uyum oluşturur. Filmin hafif eğlenceden, varoluşsal derin düşüncelere geçişindeki zorlu dengeyi muhteşem bir şekilde yöneten karakteri oluşturur. Nordrum, senaryonun Eivind karakterine sağladığından daha fazla derinlikle var olur ve bütünü tamamlayan parça hâline gelir. Üç oyuncunun performansı da filmin akışını ve anlatısını güçlendiren, ışıltılı performanslar olarak öne çıkar.Kasper Tuxen’in sinematografisi Trier’in yönetmenliğiyle mükemmel bir uyum içindedir. The Worst Person in the World akıcı hikâyesinin yanında görsel olarak da güçlü bir yapım olarak belirir. Julie’nin hayatının hem güzel hem de nahoş yanları başarılı bir şekilde yakalanır. Trier, filmin en güçlü ögelerine vurgular yaparak, her birinden en iyi şekilde faydalanır ve filmi her yönüyle bir bütün kılar. Bununla birlikte belirli sekanslarda Trier, hayattaki belirli çarpıcı duyguları vurgulamak için sürrealizmi kurnazca kullanır. Julie’nin Eivind’i görmeye karar vermesiyle zaman durur. Bu ikili dışında herkes donar. Gerçeküstü bir sekans sayesinde, gerçekten sevilen kişiyle vakit geçirilirken, günlük hayatın kaosundan ve hayatın geri kalan diğer tüm karmaşasından soyutlanan bir çift imajına dair bir betimleme oluşturulur. Bu kullanıma dair başka bir örnek de uyuşturucu kullanımıyla başlayan halüsinatif yolculuk sahnesinde gözlemlenir. Julie’ye kısa bir an için “serbest kalma” ve hayatında sık sık halının altına süpürdüğü endişelerle yüzleşme alanı sunulur. Bu sahnelerde Julie’nin sıkışmışlığı ve duygusal yoğunlukları grotesk bir anlatımla süslenerek aktarılır.
The Worst Person in the World, basit özetini okuduktan sonra klişeleşmiş bir bağımsız sinema filmi gibi gelebilir, ancak Joachim Trier’in kayıp bir ruhun bu büyük geniş dünyadaki yerini arayışına dair empatik keşfi, izleyicilerin ilgisini çekecek, zorlayıcı ve samimi bir mücadeledir. Özgün yapısı bu tür bir hikâye için tüm beklentileri alt üst ederken ve dikkatimizi hayattaki daha ince şeylere yeniden odaklarken, bizden “büyük bir plan” bulmaya çalışmaya bir ara vermemizi ve sadece yolculuğun tadını çıkarmamızı istiyor. Ustaca yapılandırılmış anlatısı sayesinde hayatın küçük ayrıntılarını son derece önemli hissettirmeyi başaran Trier, genç bir kadının yetişkinlik ile gençlik arasındaki gelgitlerini tüm boyutlarıyla sergiliyor.