Yönetmenliğini Sigge Eklund’un yaptığı A Part Of You (2024); genç yaşta bir kızın, ablasının ölümünün ardından yaşadığı içsel çöküşü ve psikolojik süreci konu almaktadır. Filmde, yaşanan kayba karşı verilen tepkilerin ve oluşan duygudurumunun ebeveynden ve toplumdan ziyade bir ergen üzerinden anlatılması, eğlenceli sahneleri ve enerjik müzikleri ile basit bir anlatım şekli gibi görünse de filmin derinliği bundan çok daha fazladır. Ana karakterin ablasının ölümü ile başa çıkma süreci; “kayıp”, “yas” ve “kimlik” kavramları üzerinden oldukça derin bir anlatım sunmaktadır. Eklund, yas sürecini psikolojik açıdan ele alarak bu sürecin ruhsal ve fiziksel etkilerini ele almaktadır. Aynı zamanda izleyiciyi karakterin iç dünyasına yakından tanıklık ettirerek, karakterle arasında kurdurmayı başardığı empati sayesinde de izleyiciyi sorgulatan bir tema ile ilerlemektedir.
Tıpkı doğmak gibi ölmek de hayatta yaşanması kaçınılmaz olan doğal bir süreçtir. Ancak doğum bir başlangıç olarak nitelenirken ölümün ise bir sona erme/ bitiş olarak nitelenmesi, kayıp yaşayan bireyde acı ve üzüntünün hissedilmesiyle beraber bir yas süreci meydana getirmektedir. Yas, kayıp yaşayan bireylerin yaşaması gereken doğal bir süreçtir. Fakat bu sürecin yaşanma şekli bireyler arasında farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıklar hem kayıp yaşayan kişinin hem de ölen kişinin fiziksel ve bilişsel özelliklerine göre, yani yaş, cinsiyet ve ruh sağlığı gibi etmenlere göre değişim göstermektedir. Ayrıca ölen kişi ile yakınlık derecesi de yas sürecini etkileyen en önemli faktörlerden biri olarak görülmektedir.
Sigmund Freud ve Yas Süreci
Yas, ilk olarak Freud tarafından kullanılan bir kavram olarak bilinmektedir. Ona göre yas, yaşanması gereken sağlıklı bir süreçtir. Fakat bazı bireylerde bu sürecin melankolik bir durum hâline geldiğini vurgulamaktadır. Bu noktada Freud, bireylerin bir kayba karşı verdikleri tepkileri “yas” ve “melankoli” kavramları ile açıklamaktadır. Freud yas için, bireyin bir kayıp yaşadığı gerçekliğini kabul ettiğini belirtirken melankoli için bireyin bu gerçekliği algılayamadığını ve bu nedenle kaybı reddederek içselleştirdiğini belirtmektedir. Filmde Agnes karakterinin, kayıp sonrası yaşadığı sürece Freud’un penceresinden bakacak olursak bu süreç melankoli kavramı ile yorumlanabilmektedir. Çünkü filmde Agnes’in, ablasının ölümünün ardından ilk başta herhangi bir yas süreci geçirmediği ve kaybın gerçekliğiyle yüzleşmediği görülmektedir. Agnes, ablasının ölümü hakkında konuşmayı reddederek, kendi düşüncelerinden ve bu gerçeğin söz edildiği her yerden kaçmaktadır. Gerçeklikten kaçarken ise farkında olmadan bu kaybı içselleştirme yolunda ilerlemektedir.
Freud yas sürecinin, kaybedilen nesnenin kabul edilmesi ve yerine yeni bir nesne koyulmasıyla tamamlanacağını ifade etmektedir. Bu durumda melankolik yas sürecinde olan birey yeni bir nesne arayışına giremez ve kaybedilen nesneyi içine alarak bir özdeşleşme yaşar. Freud bu durumu melankolik yas süreci çerçevesinde İdentifikasyon (özdeşim) kavramı ile açıklamaktadır. “Birey bu durumda yaşadığı kaybı kabullenemez ve ölen kişiyle özdeşim kurarak bilinçsiz bir şekilde onun özelliklerini kendi benliğine katmaya başlar.” [1] Bu noktada yaşadığı kaybı kabullenmeyen Agnes’in da tam olarak bir özdeşim içinde olduğu görülmektedir. Agnes adeta ablasının kimliğine bürünerek onu, içinde yaşatmaya çalışmaktadır. Çevresi tarafından ablasının yasını tutmayan biri olarak görülen Agnes, ablasını içselleştirerek kendisi hâline getirmekte ve böylelikle yas tutulacak durumu ortadan kaldırmaktadır. Julia’nın davranışlarıyla beraber görüntüsünü de kopyalayan Agnes, benliğini kaybetmeye başlamaktadır. Freud bu durumu nesne kaybının benlik kaybına dönüşümü olarak açıklamaktadır. Bu kaybedilen nesneyle bütünleşerek, “o” olmak ve benliğin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Agnes’in bu içselleştirmesi çevresi tarafından bir çatışmaya neden olmaktadır. Agnes’in bu durumuna anlam veremeyenler ona karşı öfke beslemeye başlar ve Julia gibi görünmesini eleştirirler. Benlik kaybı yaşayan Agnes ise kendi içinde karışık hâle gelen bir kimlik ve anlam savaşı vermek zorunda kalır.
Erikson: Ergenlik ve Kimlik
“Yapılan araştırmalara göre kayıp yaşayan bireyin fiziksel özellikleri, yaşayacağı yas sürecini ve bu duruma psikolojik anlamda vereceği tepkiyi doğrudan etkilemektedir.” [2] Yani genç yaşta kayıp yaşayanlar olaya kendi gelişim dönemlerine göre bir tepki göstermektedirler. Bu durum ergenlik çağındaki Agnes karakterinde görüldüğü gibi travmatik bir süreç doğurabilmektedir. Film bu noktada Agnes’in yas sürecinde yaşadığı kimlik arayışına dikkat çekmektedir. Her birey ergenlik döneminde bir kimlik arayışına girmektedir. Erikson, bu dönemde bireyin çevresinde beğendiği ve özendiği insanları taklit etme ve onlarla özdeşleşme eğiliminde olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu dönemi başarıyla tamamlayan bireylerin kendi kimliklerini inşa edebildiklerini; fakat birtakım problemlerle karşılaşan kişilerin ise büyük bir kimlik karmaşası yaşayabileceklerini de belirtmektedir. Filmin başında görüldüğü üzere iki kardeş arasında kuvvetli bir bağ bulunmaktadır ve Agnes, Julia’yı bir nevi idealize etmektedir. Agnes’in ablasına olan bu hayranlığı zaman zaman onu kıskanmasına bile sebep olmaktadır. Hayran olduğu ablasını genç yaşta kaybedince de büyük bir kimlik karmaşası yaşamaya başlayan Agnes, bu gerçekle yüzleşmeyi reddederek kaybı bir türlü dışsallaştıramamaktadır. Bu nedenle de kimlik gelişimini olumsuz etkilemektedir. Burada abla, Agnes’in kimliği için örnek olmaktan tamamen sapmış ve bunun yerine benlik, kayıpla özdeşleştirilmiştir.
Lacan’ın Ayna Teorisi ve Arzu Kavramı
Lacan’ın ayna teorisi, Agnes’in sergilediği davranışları anlamlandırmaya yardımcı olmaktadır. Lacan ayna teorisinde, kişinin benlik algısının dışardan bir imge ile özdeşleşmesiyle oluştuğunu ifade etmektedir. Bu noktada Lacan, Freud’un özdeşim kavramını destekler niteliktedir. Bu kavramı filmden yola çıkarak ele aldığımızda buradaki dışsal imgenin Julia olduğu açıkça görülmektedir. Agnes ise onunla özdeşleşendir. Filmin bir sahnesinde Agnes’in ablasının fotoğraflarına bakarak aynı makyajı yapması ve onun kıyafet dolabından giyinmesi bu özdeşleşme sürecinin yansıması olarak açıklanabilmektedir. Birey, normal ilerlemeyen yas sürecinde bu şekilde ölen kişiyi taklit ederek onun kimliğiyle yeni bir kimlik oluşturmaya çalışmaktadır. Bu durum Lacan’ın “arzu” kavramıyla açıklanabilmektedir. Lacan, arzu kavramını tanımlarken “gereksinim” kavramı ile olan ayrımına dikkat çekmektedir. Ona göre arzu, gereksinim gibi insanın fizyolojik anlamdaki doyurulabilir ihtiyaçları değildir, bundan fazlasıdır. Bu ayrımla beraber arzuyu insanın özü olarak ifade eden Lacan, insanın özünü ise “eksiklik” ile ilişkilendirmekte ve bu ikisinin de birbirine bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda arzuyu öznede eksik olan şeylerin dışa vurumu şeklinde açıklamaktadır. Burada birey, toplumdaki yerini kendisine seçtiği “Öteki” aracılığıyla elde etmektedir. “Özne bu durumda Ötekine bağımlı olur ve var olan arzu ise Ötekinin arzusu hâline gelir.” [3] Filmde, toplum tarafından kabul gören Julia’nın kimliği Agnes için arzu nesnesidir. Julia öldükten sonra ise kaybı ile yüzleşemeyen Agnes, eksikliklerini Julia’nın kimliği ile tamamlamaya çalışarak Lacan’ın kavramı olan Ötekinin arzusu hâline gelmiştir. Tamamen Julia’nın kimliği ile yeni bir kimlik oluşturmaya çalışan Agnes, bu durumu yadırgayan çevresine rağmen normal gibi görünmeye devam etmektedir. Çünkü onun için durum benliğinden çıkmış, Ötekinin arzusuna bağlı olmuştur.
Melanie Klein’in Nesne İlişkileri Kuramı ve Yas Sürecinde Kimlik
Yas kavramını nesne kuramı ile tanımlayan Klein, idealize etme ve kıskançlık gibi duyguların bebeklikten itibaren şekillenmeye başladığını ve bireyin çocukluk döneminde iç dünyasında bir nesneler evreni oluştuğuna vurgu yapmaktadır. Yas sürecinde birey, sevdiği nesnesini aybeder ve bu durumda da iç dünyası çökerek dönüşmeye başlar. “Bu durumda dış dünyada kaybedilen kişiler, bireyin iç dünyasında bir nesne hâline gelmektedir.” [2] Bu bağlamda, Agnes’in de tam olarak ablasını içsel bir nesneye dönüştürdüğü görülmektedir.
Klein bağlamında Julia’nın ölümü, Agnes için birincil sevgi nesnesinin kaybolması anlamına gelmektedir. Agnes, kendi içinde ablasının varlığıyla bütünleşmeye çalışmaktadır. Klein’e göre bu durum “iyi nesneyi yutmak” yani ölen kişiyi iç dünyaya alarak yaşatmaya çalışmak anlamına gelmektedir. Agnes’in ablasını içselleştirdiği bu süreçte hem toplumsal anlamda hem de içsel anlamda zorluk yaşadığı da göze çarpmaktadır. Çünkü içinde onu bastırarak kapatmaya çalıştığı o büyük boşluk hissi aynı zamanda bir yetersizlik hissi de oluşturmaya başlamıştır. Klein bu durumu kıskançlık kavramı ile tanımlamaktadır.
Bu noktada filmin başında da görüldüğü üzere Agnes’in ablasına karşı dikkat çeken hayranlığına değinecek olursak, ona göre Julia toplumda belirgin bir özne ve kimlik olarak dikkat çeken biridir. Onun her yerde ön planda olması, yaşadığı ilişki ve çekiciliği Agnes için istenilen ama imkânsız güzelliklerdir. Bu sebeple Agnes, ablasını içselleştirse de kendisindeki yetersizlik hissi peşini bırakmaz ve bu onda öfkeli bir durum yaratır. İçinde yaşadığı çatışma yüzünden tam olarak olmak istediği kişi olamayan, ama aynı zamanda benliğini de kaybeden Agnes, bir kimlik bölünmesi yaşamaktadır. Bu bağlamda Kleinci anlayış, kimlik ve benlik bakımından ölü nesneyle birleşmeye çalışmanın tehlikeli olduğunu ifade etmektedir. “Çünkü bu durumda benlik kaybolmaya başlarken kimlik de zedelenmeye başlamaktadır.” [4] Filmin ilerleyen sahnelerine baktığımızda Agnes; ablasının ölümünün bir kaza değil de bir intihar olduğunu öğrenmektedir. Bu bilginin ardından Agnes, Julia’nın yokluğu ile ilk kez yüzleşmektedir. Bu yüzleşme Agnes’in kaybı kabullenmesi açısından önemli bir farkındalık yaratmaktadır. Çünkü bu durumda Julia, Agnes için artık ideal kişi olmaktan çıkmış ve anlam verilemeyen bir insan olarak görülmeye başlamıştır. Klein bağlamında bu durum “gerçek kaybı kabul etme” sürecinin başlaması olarak tanımlanmaktadır. Agnes’in ablasına olan sevgisini ve onun ölümünü kabul ettiği kısım da bu sürece örnektir. Klein bu her iki gerçeğin de kabul edilmesini depresif konum olarak açıklamaktadır. Birey bu noktada ölü nesne ile bir olmak yerine onun yokluğuna alışma sürecine geçmektedir. Nitekim filmde Agnes karakteri de ölüm ve kayıp ile yüzleştikten sonra tek başına ağladığı, ablasının mezarını ziyaret ettiği, kendi kimliğine ve yaşam arzusuna odaklandığı bu sahnelerde kaybın yokluğunu pekiştirme sürecine girdiği görülmektedir. Agnes artık ablasının kaybını kabul ederek, onun kendisini değil de yokluğunu içselleştirmektedir. Klein’e göre, “Yas sürecinin tamamlanması da bu şekilde onarım ile yani kaybedilen nesnenin onarılarak iç dünyaya yerleştirilmesiyle gerçekleştirmektedir.” [5]
A Part Of You, kayıp sonrası yaşanan sıradan bir dramı konu almamaktadır. Psikolojik ve felsefi açıdan yas, kayıp, kimlik, arzu ve benlik kavramlarının yas sürecindeki bireye göre değişimi ve de önemi etkileyici bir şekilde ele alınmaktadır. Film, kısa süresine rağmen izleyiciyi kendisine çekerek bu kavramları derinlemesine hissettirmeyi başarmıştır.
KAYNAKÇA:
[1] Özkan, A., Baltacı, S. (2020). Freud ve Lacan’ın Psikanalitik Kuramlarında Yastan Ayrışan Melankolik Özne.
[2] Kahraman, S. (2021). Yas Süreçleri ve Kişilik.
[3] Tuzgöl, K., (2018). Lacanyen Psikanalitik Kuram ve Öznenin Konumu.
[4] Taymur, İ., Boratav, R. (2013). İçselleştirme, İçealım, İçeatım ve Özdeşim.
[5] Dağ, N. (2023). Yakınını Kaybetmiş Yetişkinlerde Kişil Özellikleri ve Psikolojik Dayanıklılığın Yas Sürecine Etkisi.