Dünya Savaşları, yetişkinlerin dünyasıyla sınırlanmış ve onların kurallarıyla oynanırken çocukların yarım kalan oyunları, tarih kayıtlarında bir yer edinebilmiş midir? Bu sorudan hareketle İkinci Dünya Savaşı coğrafyasına kurulmuş Il treno dei bambini (2024), bu sefer çocukların dünyasından yetişkinlerin dehşetli oyunlarına tutulan bir mercek niteliğinde. Viola Ardone’nin aynı adlı romanından uyarlanan film, Christina Comencini’nin objektifiyle 1940’ların sonlarında İtalya’nın kuzeyi ile güneyi arasındaki ekonomik uçurumu konu edinir. Ancak yaşanan gerçek olayların salt politik, ekonomik veya duygusal yönünü incelemektense bu iki kutup arasına kurulu tren yoluna yerleştirilmiş her şey birer metafor hâlini alır. Dolayısıyla geçmişten gelip günümüzü yaralayan savaşın izlerini silmek üzere güneyden hareket eden ‘çocukların treni’ni çok katmanlı bir okumayla yorumlamak gerekir.
Tarihe Yakından Bir Mercek
Filmin konusunu daha iyi kavrayabilmek için hikâyede aktarılan döneme kısaca eğilmek faydalı olacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu ilan eden 1945 yılının hemen ardından İtalya, savaştan maddi-manevî kayıp veren Akdeniz ülkelerinden biri olarak çıkmıştır.Savaşa yapılan maddi yatırımın yanı sıra savaşta bizzat yer alan ve geleneksel ailelerin temel geçimini sağlayan figür olarak erkeklerin cepheye çağrılmış olması, aile kavramını yeniden yapılandırılmıştır. Süresiz bir bekleyişle babalarının yuvaya dönmesi umuduna tutunan çocuklar, bir anda olgunlaşmaya mecbur bırakılmıştır. Sokaklarda yarım kalan oyunlar, akşam güneşini uğurlamadan çocukların omzuna yetişkinlik sorumlulukları yüklenmiştir. Durumu iyi olan aileler, bu zorlu süreçten nispeten az etkilense de yoksul ailelerin çocukları, babalarının rolünü üstlenerek ailenin geçimini sağlamak zorunda kalmıştır.
Ancak bir nesli böyle bir sorumluluk altında bırakarak harcamaktansa İtalyan yönetimi, ülkenin güneyi ile kuzeyi arasında oluşan ekonomik farkı da gözeterek bir çözüm planı oluşturmuştur: yoksulluğun temsili olan güneyli çocukları kuzeydeki varlıklı ailelere geçici olarak vermek. Bu sistem; geleceği güvence altına alma vaadiyle bir yandan çocuklara daha kaliteli ve insanî bir yaşantı sunarken diğer yandan ne yazık ki pek çok aileyi parçalamış, bütünlük kavramı gelişemeyen bir neslin tohumlarını ekmiştir. Peki, iki kutup arasında mekik dokuyan bu nesle ne olmuştur?
Vaat Vagonları
Aidiyet hissinden yoksun büyüyen bu çocuklardan biridir henüz yedi yaşındaki Amerigo. O da boynu bükük kalan diğer sokak arkadaşları gibi babasını savaşa göndermiş, annesiyle bir başına geçinmeye çalışmaktadır. Kurgusal bir karakter de olsa Christian Cevrone’nin gerek yoksulluğun izlerini taşıyan incecik bedeni, gerekse hayata küskün ve kırgın bakan gözleri, filmin gerçekçiliğine en çok katkıda bulunan unsurlardandır diyebiliriz. Trenin vagonunu dolduran, gözleri umut beklentisiyle yeniden ışıldayan diğer çocuk karakterler de keza Amerigo’dan hâllice, savaşın psikolojik ve ekonomik yıkıntısını bedenen yansıtan türde ‘yıpranmış çocuklar’dan oluşur.
Savaşın hemen sonrasında ciddi bir ekonomik buhrana giren Napoli halkı, kaybettiği bu gücü yeniden kazanmak için genç yaşlı herkesi ekonomik sisteme davet eder. Nitekim Amerigo ve yakın arkadaşı da sokakta kâh satıcılık yaparak kâh annelerinin zoruyla kullanılmayacak kumaş parçalarını yeniden dönüşüm için toplayarak eve birkaç kuruş getirmeye girişir. Ancak çocuk adımlarıyla yapılan bu cüzi destek, aileleri geçindirmeye yetmeyince bir ilan dilden dile yayılmaya başlar. Napoli’deki her aile, bakımını sağlayamadığı çocuğunu bir süreliğine Güney’deki bir ailenin yanına verebilecektir. Amerigo’nun annesi de ilanı duyar duymaz başvuranlar arasındadır. Her ne kadar öncelikli nedeni ekonomik temellere dayansa da genç kadının, çocuğundan ayrı kalmaya razı gelmesinde mevcut sorumluluklarını azaltarak kendine yeni bir hayat kurma arzusu da sezilir. Duygusal yoğunluğun ağır basmasını beklediğimiz ayrılık sahnesinde ise iyiden iyiye hissedilen bir rahatlama, diğer ailelerin yüzlerinden de okunur. Vaat vagonları hareket ettikçe raylarda ilerleyenler hem bir ülkenin geleceği hem de hafifleyen yüklerin çocuk bedeni mislindeki ağırlığıdır.
Burada ayrılış mefhumuna etraflıca odaklanmak gerekir. Vagonları dolduran duygular, çocukların aralarında geçen konuşmalar, yetişkinler tarafından kurmaları teşvik edilen hayaller, mahrumiyetini duymaya başladıkları aidiyet hissi… Hâsılı yetişkinlerin dünyasından kopup gelen her yara, bu vagon sahnelerinde çocukların davranışlarına ve diyaloglarına doğrudan veya imalı şekilde titizlikle işlenmiştir. Dolayısıyla filmde çocukça denebilecek her davranış veya sözün, yetişkin dünyasında bir nedeni ve karşılığı olduğunu bilmek gerekir. Bu çerçevede değerlendirecek olursak ayrılık; çocuklar için yeni bir yaşantının tadına bakmak ve hayatı doyumsuzca hissedebilecekleri topraklara doğru ilerlemek, yetişkinler içinse geçmişin prangalarından kurtulup refah umudunu alevlendirmektir. Fakat bu uzaklaşma kalıcı değil, yalnızca belli bir süreliğinedir. Vaatler karşılanıp belirlenen süreler sona erdiğinde çocuklar kendi ailelerine teslim edilirler. Bu sefer dönen kişiler, incecik bedenleriyle geleceği kucaklamaya çalışan o masum dimağlar değil; iki kutup arasındaki gerçeklik farkını deneyimlemiş uyanık zihinlerdir.
Çocukların yaşadığı bu idrak noktası, Sabahattin Âli’nin Kürk Mantolu Madonna’sında (1943) boynu bükük bir Türkiye’den hayretler ülkesi Almanya’ya giden Raif Efendi’in sözlerini akıllara getirir: “İşte bu andan itibaren bende, hayatımın istikametine hâkim olan değişme başladı. Lüzumsuzluğuma, faydasızlığıma bu andan itibaren inandım.”1 Eski yaşantılarında aileleri tarafından dahi gözden çıkarılabilecek bir hiç kimse iken insan yerine konarak birer kimlik edinen çocuklar, aidiyetsizlik boşluğunda kendilerine tutunacak dayanak noktaları bulmuşlardır. Yine Raif Efendi’nin baştaki naif hayretiyle karşıladığı ‘yeni topraklar’, çocuklara benzer bir deneyim yaşatarak tabiri caizse katalizör işlevi görmüştür: Çocuklar bu etkileşimde değişip kendilerine beklenenin dışında yönler tayin etmiş, o gün vaat vagonlarıyla istasyondan ayrılanların hiçbiri mevcudiyetini koruyarak dönmemiştir. İtalya’nın 68 kuşağına kadar uzanan 50’ler döneminde devinimi ve devrimi sağlayan fikir, kökenini işte bu nesille inşa etmeye başlamıştır.
Dokunaklı Sahneler Gerçekten Dokunuyor mu?
Filmin bu çok katmanlı sorgulayıcı yapısı, kurguya başarılı şekilde işlenmişken Comencini’nin uyarlamasını İtalyan dönem filmlerinin usta yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin yapımlarıyla karşılaştırmadan edemiyoruz. Cinema Paradiso (1988), La leggenda del pianista sull’oceano (1998), Malena (2000) gibi başyapıtlarla tanıdığımız Tornatore’de dikkatleri ilk çeken, müziklerin yoğun kullanımı ile görselin uyumudur. Nitekim Il treno dei bambini de yakın bir müzik-sahne uyumunu yakalamıştır.
Tarihten uyarlama olan yapımda Napoli sokakları, döneme son derece uygun bir dekorasyonla tasarlanmış; Ardone’nin kelimelerle betimlediği her nokta, görsel karşılığını bulmuştur. Bu anlamda filmin, dönem ve tarih kategorisinin beklentilerini karşıladığı aşikârdır. Ancak söz konusu monologlar ve iç tahliller olduğunda romanın satırları, beyazperdede yoğun bir görsel doku şeklinde yansıtılmaya çalışılırken sahnelerde uzamalar, tempoda ağırlaşmalar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kelimeler yoluyla dokunaklı olması için kurgulanan sahneler, ailelerin çocuklardan ayrıldığı ve tekrar kavuştukları sahnelerde olduğu gibi kimi zaman duygusunu dokunduramadan geçip gider. Yine de Tornatore’den miras kalan Akdeniz neşesi ile Güneyli hüznünün karışımından mürekkep öz İtalyan kimliği, çocukların treninde değişmeden dönebilen tek hatıradır.
Tüm bu renkli ve katmanlı yapısıyla 2024 yılı Netflix platformunda en çok izlenen filmler arasında yer alan Il treno dei bambini, dünyaya mâl olan bir yıkımdan nasıl bir umut ve gelecek devşirilebileceğini, mümkün olan en samimi ve gerçekçi dille ekranlara taşımıştır.
Referanslar
1 Sabahattin Âli, Kürk Mantolu Madonna (1943)