Frank (2014), Lenny Abrahamson’ın izleyicisini bir duygu hâlinden diğerine sürüklediği filmi olarak çıkıyor karşımıza. Jon (Domhnall Gleeson) adlı karakterin yolculuğu, film boyunca bizim de yolculuğumuz oluyor ve onun iniş çıkışlarıyla izliyoruz filmi.
Jon kendini arayan, müzisyen olarak yaşama hayalleri kuran genç bir adam. İçine kapanık yaşadığı monoton hayatında, belki de onu en çok heyecanlandıran ve üzerine en çok düştüğü şey çaldığı klavyesi. Kendi şarkılarını yazıyor, müzik yapmak istiyor ama başlangıçta bunun için bile efor harcayacak enerjiyi görmüyoruz Jon’da. Bir sabah sahil kenarında otururken, bir adamın kendini boğma girişimine tanıklık ediyor ve ardından gelişen süreçte kendisini intihar etmeye çalışan adamın yerinde, “Soronprfb” adlı grubun klavyecisi olarak buluyor. Grubun vokalisti, kafasında hiç çıkarmadığı kocaman ahşap bir maske ile gezen Frank. Tuhaflıklar o andan itibaren Jon’un peşini bırakmıyor ancak Jon bu durumdan oldukça memnun gözüküyor. Jon için öncelikli amaç müzik yapabilmek ve bununla şöhreti yakalamak olduğu için ani gelişen olaylar içerisindeki yerini hiç sorgulamıyor. Ancak grup klasik gruplardan epey farklı. Yaptıkları müziği sadece kendileri dinleyecek olsalar dahi; keyifle istedikleri -belki de kimsenin dinlemeyeceği- müziği yapmaya devam ediyorlar. Deneysel müzik yaparak yeterince başarıya ve üne kavuşamayacaklarını savunan Jon ise bu konuda grupla çatışıyor. Grup üyelerinin hemen hemen her zaman onunla dalga geçmesine rağmen Jon sosyal medyanın gücünü arkasına alarak, grubun provalarından, absürt mizah örneği diyebileceğimiz hareketlerine kadar her şeyi kayda alıyor.
Mizahi yönü ağır basan film, grupta çıkan çatlaklarla birlikte dram sayılabilecek yönünü açığa çıkarıyor. Yönetmen bunu öyle ani yapıyor ki; izleyici için bazı sahnelerde hangi duygu hâlini hissedeceğini bulmak zorlayıcı olabiliyor. Her biri birbirinden farklı olan beş grup üyesinin birbirleriyle olan ilişkileri, iç ve dış çatışmaları filmi izlenilebilir kılan etkenlerin başında geliyor. Frank, istediği müziği yapmaya devam etmekle ünlü olmak arasında kalarak iç çatışma yaşıyor. Grubun diğer üyesi Clara (Maggie Gyllenhaal), Jon’a karşı sert tavırlarıyla ön plana çıkıyor; Frank’in, alışkanlıklarının ve yaptıkları müziğin değişmesinden çok korkuyor ve bu değişimleri önlemek için çabalıyor. Tüm çabasını, sosyal medya kanallarında daha fazla tanınmak, festivallere çağrılmak ve müziklerini dünyaya duyurmak için kullanan Jon’la bu sebepten dolayı da dış çatışma yaşıyor. Film boyunca hepsinin amaçları zaman zaman çatışıyor, bu sahnelerde aksiyon dozu da yükseliyor. Jon, Frank’in tartışmasız iktidarını yenilikçi fikirleriyle sarsarken; Frank de yavaş yavaş sorgulamaya başlıyor. Aldıkları festival daveti ile bu konudaki çatışmaları iyice yükseliyor. Yüzünü bile kimseye göstermeyen Frank’in içindeki yetenekle, herkese açılmaya çalışan ancak sahip olduğuna inandığı büyük yeteneğini bir türlü açığa çıkaramayan Jon’un gelgitli ilişkileri üzerinden kimlikler, amaçlar, hedefler ve hatta günümüz koşullarında müzik endüstrisi üzerine düşünmek mümkün hâle geliyor. Öyle ki bu iki karakterin çatışması, Jon’un sosyal medyaya yüklediği müzik videoları ve grup içerikleriyle popülaritelerinin artması ile gerçekleşiyor. Sosyal medyada artan popülarite, dijital çağda üretim yapanlar için beraberinde yapılması gereken bazı seçimler doğuruyor. Filmde bu seçimi, istedikleri müziği yapmaya devam ederek grubun yalnızlığa mahkûm kalması ve bomboş salonlara çalmaları ile ün sahibi olup festivallerde çalarken istedikleri müzikten ve kendi ruhlarından uzaklaşmaları olarak izliyoruz. Bu zor bir seçim, Jon ölesiye ün isterken; Clara sonuna kadar ruhu için diretiyor. Frank ise kendisiyle bile yüzleşemeyen biri olarak arada kalıyor. Gittikleri festivalde açığa çıkan sonuç, grubun özüne dönmesi yönünde oluyor. Jon gruptan ayrılıyor, Frank ve grubu o kimsenin dinlemediği ama kendilerini mutlu eden müziği yapmaya dönüyorlar.
Film boyunca komedinin içindeki dram ve dramın içindeki komedi iç içe ilerliyor. Frank popüler kültürü sorgulamanın yanında, dijital çağda üretim yapanlar adına “piyasa”nın dayattıklarına karşı olan tutum için de bir sorgulama alanı açıyor. Kendisini tamamen saklayan, yalnızca filmin son on dakikasında yüzünü gördüğümüz Frank karakteri, popüler kültürle kendi benliği arasında sıkışıp ikisini de seçemeyen ve kendinden bile saklanan bir karakter olarak, üzerine düşündürüyor.
Aynı zamanda Frank karakterini canlandıran Michael Fassbender de, bir oyuncu için oldukça zor olan sınavdan başarıyla çıkıyor. Performansını, filmin hatırı sayılır bölümü boyunca maske ardında gerçekleştirmesi ve ardından maskeyi çıkardıktan sonraki bölümde gerçekten yıllardır o maskeyle yaşamış gibi hissettiren oryantasyon süreci hayranlık uyandırıcı. Domhnall Gleeson için de, Jon karakteri için biçilmiş kaftan olduğunu söylemek mümkün. Frank içinse topyekûn olarak, sadece müthiş maskesi için bile izlenir ancak tabii ki fazlası var demek mümkün oluyor.