Sinemada aynı şeyleri görmekten çok mu sıkıldınız? Artık farklı bir şeyler mi görmek istiyorsunuz? O zaman, Arrival (2016) tam size göre! Incendies (2010), Enemy (2013), Prisoners (2013) gibi filmlerle adına iyiden iyiye aşina olduğumuz başarılı yönetmen Dennis Villeneuve’nın son filmi, sinemayı neden sevdiğimizi hatırlatan, doygunluk hazzını bize son raddede hissettiren ve sinematografisiyle kendisine hayran bırakan bir film. Amy Adams, Jeremy Renner ve Forest Whitaker’in başrolleri paylaştığı yapım, Story Of Your Life isimli kısa hikâyeden senaryolaştırılarak karşımıza gelmektedir.
On iki uzay gemisinin, dünyanın farklı coğrafyalarında konumlanmasıyla başlayan filmde, uzaylıların işgal için mi yoksa barış canlısı bir ilk temas adına mı dünyaya geldikleri sorusu, tüm insanoğlunu merak içinde bırakmıştır. Dilbilimci Louise Banks ile fizikçi Ian Donnelly’nin Montana yakınlarındaki uzay gemisine temasları yürütmek için seçilmesiyle birlikte gizem dolu ve keşfedilmeye açık bir hikâye önümüze gelir.
Arrival’ın bu denli ilgi çekmesindeki ana etmen, en başta alışılmış kalıpları yıkabilmesinde yatıyor. Bilimkurgu örneklerinde yıllarca gördüğümüz iletişim problemine farklı bir boyut getiren ve uzaylı portresinin dışına başarıyla çıkabilen, bunu yaparken onları göstermemeyi seçip, filmin gizemini olabildiğince yüksekte tutan Villenueuve, böylelikle hayranlıkla izleyeceğimiz, yeni şeyler vadeden filmi bizlere sunuyor.
Yönetmen, iletişim ve zaman kavramını baştan yaratırken, filmin inandırıcılık dozajını da maksimumda tutmayı başarıyor. Özellikle, senaryonun bilimsel çalışmalardan aldığı referans, filmin her bir dakikasını mantık çerçevesi içine oturtmamıza olanak sağlıyor. Bu da bir bilimkurgu filmi yapısı içerisinde seyir zevkini oldukça yukarılara taşıyor.
Bu noktada film hakkında söylenen “oldukça yavaş ilerliyor” eleştirilerine de açıklık getirmek lazım. Villeneuve’nın kurduğu yapı, daha önce görmediğimiz, bu sebeple izleyenlere ince ince anlatılması ve açıklanması gereken bir evren. Bu da hâliyle filmin kurduğu dramatik yapının dinamik bir şekilde ilerleyebilmesine izin vermiyor. Ancak filmin bu sakinliğinin, hikâyenin karşı tarafa aktarılmasında oldukça işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle filmin vurucu final sahnesine, daha meraklı ve hikâye hakkında oldukça donanımlı bir şekilde gidebiliyoruz.
Arrival’ın ilerleyiş şekli de en az anlattığı konu kadar ilgi çekici. Filmin henüz başında, Dr. Banks’in ölen kızını gördüğümüzde ağır bir dram ile karşılaşacağımızı beklerken, aslında bu olayın bizi finale hazırlayan, çok önemli bir detay olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz. Nitekim burada paralel ilerleyen kurgu sayesinde, uzaylılar ve Dr. Banks arasında kurulmaya çalışan bağ da yavaş yavaş kuvvetleniyor. Bu durum, uzaylıların dünyaya gelişini toplumsal bir olay olarak resmederken, bir noktadan sonra asıl önemsememiz gerekenin Dr. Banks’in kendisi olduğu gerçeğini açıkça gözler önüne seriyor. Bir başka deyişle, ustalıkla yazılan senaryonun, yönetmenin başarılı bir ressamı andıran ince dokunuşlarıyla taçlandığını ve daha da vurucu bir hâle geldiğini söyleyebiliriz.
Arrival ile ilgili dikkat çeken noktalardan bir tanesi de filmin, şiirsel sinemanın önde gelen isimlerinden Terrence Malick’i sıkça akıllara getirmesi. Villeneuve’nın Malick’ten aldığı referansların, filmin dramatik yapısına oldukça büyük artılar kattığı aşikâr. Yere böylesine sağlam basmayı seçen ve adımlarını minik minik atan bir filmde, The Tree Of Life’ı (2011) hatırlatan sekansların yer alması anlatıyı adeta görsel bir şölene çeviriyor.
Anlatının ne kadar üst düzeyde ilerlediğinden bahsetmişken, filmin sinematografisine değinmeden olmaz. Görüntü yönetmeni Bradford Young’ın fotoğraf sanatını andıran görüntüleri, hikâyenin bu denli vurucu olmasına katkı sağlayan en önemli faktör. Nitekim hikâye ile görüntülerin bu kadar uyum içerisinde ilerlemesi, film bittikten sonra sanatsal bir sarhoşluğa da sebebiyet veriyor. Yazının en başında bahsettiğim gibi Arrival, sinemayı neden sevdiğimizi bize hatırlatan bir film. Bunun birincil sebebi ise dev ekrandan böylesine harikulade çekilmiş görüntüleri izlerken, hantallaşan beyinlerimizi çalıştırmaya fırsat vermesi.
Arrival; bir ilk temas hikâyesinden öte, alışılmışın dışında bir bilimkurgu portresi çizen, bunu yaparken de başından sonuna dek izleyenlerini soluksuz bırakan bir film. Uzaylıların zaman ve yer kavramını dünya standardının dışına çıkaran, böylelikle de üzerine bolca konuşup sıkça tartışma yapmaya fırsat veren yapım, şüphesiz türünün en nevi şahsına münhasır filmlerinden biri olarak yıllar boyunca anılacaktır. Yönetmenlik rüştünü ispatlayan, çektiği her filmle çıtayı biraz daha yükseğe taşıyan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’nın bir sonraki projesi olarak lanse edilen Blade Runner 2049 ise, artık daha bir merakla beklenecektir.
Sevgili Polat, kısa özgeçmiş yazını okudum, pek beğendim. gözden kaçan bir yazım yanlışını (film çeksede; doğrusu film çekse de…) düzeltirsen daha iyi olur… sevgimle…