Ekibimizin en genç yazarlarından olan Koray Soylu’yu bu ay sizlerle tanıştırmak istedim. Çünkü Koray sohbet ettikçe insanda kendiyle ilgili merak duygusu uyandıran çok ilginç biri. Et yemeyi neden bıraktığını anlatması bile onu sevmeniz için yeterli. Bu nedenle lafı daha fazla uzatmadan onunla gerçekleştirdiğimiz hoş sohbeti paylaşıyorum.
E.U. Merhaba Koray, biliyorsun söyleşiler “Öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?” sorusu ile başlar. Biz de bu rutinden kopmayalım, bize biraz hayatından kesitler anlatmak ister misin? Nerede okuyorsun, hayatına hangi alanda yön vermek istiyorsun, FH ile yolun nasıl kesişti?
K.S. Istanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Tüm okul hayatım da burada geçti, geçiyor. Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Fakültesi son sınıf öğrencisiyim. Ancak sanırım birçoğumuz gibi bölümümle en azından doğrudan ilintili bir meslek icra etmeyeceğim gibi duruyor. Planlarımı da bölümümün bana kazandırdıklardan biraz uzağa konumlandırdım; etnomüzikoloji, müzik tarihi ya da müzik sosyolojisi çalışabileceğim bir akademik kariyer istiyorum şu anda. Ama her şey havada maalesef, bakalım zaman ne gösterecek.
FH ile yolum üniversiteden bir arkadaşım aracılığyla kesişti, kendisi keşif ekibinde çalışıyordu, yazı ekibinde boşluk olduğunu söyleyince de başvurdum.
E.U. Sinemayla ilgilenmeye ne zaman başladın?
K.S. 2012’nin sonunda yazmaya başladım. Önce IMDB 250’den filmler ayıklayarak onları izlemeye başladım, sonrasında da popüler sinemanın uzağında araştırmalara giriştim. Öncesinde film izlemek tek başıma yaptığım bir şeyden uzak, eğlencelik bir şeydi. Bu süreçle birlikte biraz daha yalnız kalabilmeyi, daha kişisel zevkler geliştirmeyi başardım.
E.U. Ne zamandan beri yazıyorsun? Yazma süreci sende nasıl gelişti?
K.S. 2012’in sonları karakterim ve zevklerim için çok kurucu bir dönemin başlangıcı oldu. Öncesinde kendimi kültür-sanat bağlamında çok fakir hissettiğimden, bu dönemle birlikte izlemeye, okumaya, araştırmaya ve de yazmaya başladım. Uzun bir süre şiir, kısa hikâye, mütevazı denemeler yazmaya çabaladım. Sonra kurgudan uzaklaştım, birkaç arkadaşımla ‘Hıyarsızcacık’ (bu isimden kimse gurur duymuyor) adını koyduğumuz bir blogda politika, ancak daha çok sinema yazıları yazdım. Ardından da ‘Hateisred’ adlı kişisel bloğumda sinema yazıları yazmaya başladım ve manifold gibi internet mag’lerine yine deneme/araştırma yazıları gönderdim. Sanırım araştırma sürecini çok sevdiğimden ve araştırdıklarımı bir anlamda daha iyi görüp, anlayıp hafızama yerleştirebileceğime inandığımdan deneme-araştırma yazmaya yoğunlaştım. Üniversitede de teorik sinema dersleri alıp blog/makale yazmaya devam edince yazı türü odağım belli olmuş oldu.
E.U. Blog yazılarından hiç haberim yoktu doğrusu. Hemen açıp okuyacağım yazdıklarını. Peki bir filmi izlerken ya da o film hakkında yazı yazmaya karar verdiğinde nereden başlıyorsun, nelere dikkat ediyorsun?
K.S. Gerçekten belli bir noktadan yola çıkıyor ya da filmin belli kriterleri sağlamasını umuyor muyum emin değilim. Sanırım yalnızca bir filmin ya da tükettiğim herhangi bir sanat formunun bana bir şekilde dokunmasını bekliyorum. Sinemayla da böyle, çok kişisel, biraz da romantik bir ilişkim oldu. Belki kendi hayatımdan, gerçekliğimden ya da ideallerimden kesitler gördüğüm filmler daha çok ilgimi çekiyor; biraz kıyıda köşede kalmış, gözümüzden ve zamanımızdan uzaktaki hikayeler, anti-kahramanlar, bir anlamda yoksunlaştırılmış hayatlar.
E.U. Hangi sinema türünü daha çok seversin?
K.S. Bunu ne zaman düşünsem aklıma No Wave sinema sahnesi geliyor. Jim Jarmusch’un çıkış yaptığı 70’li yılların sonunda ortaya çıkan bir sahne bu, aynı zamanda Steve Buscemi ve Vincent Gallo gibi oyuncuların da ilk deneyimlerini yaşadıkları zaman. Bir hayli marjinalize edilmiş bir grup insanın sinemayla sıra dışı deney yaptıkları çok ilginç bir dönem. Filmleri de en az onları yapanlar kadar radikal ve bazan da korkutucu oluyor. Bunun yanında ama belki No Wave sahnesine kenarda-köşedeliğiyle benzer olan hikayelerin işlendiği, benim metin filmleri dediğim Mike Leigh, Lynne Ramsay Ken Loach, Shane Meadows gibi yönetmenlerin Birleşik Krallık işçi/emekçi drama-komedilerini garip bir biçimde çok huzur verici buluyorum. Son olarak ve belki tüm bunların aksine, metropol dramalarına karşı da bir zaafım var; Wong Kar Wai, Noah Baumbach, Safdie Kardeşler ve Woody Allen gibi birinci dünya ülkelerinin birinci dünya sorunlarını izlemek benim için bir suçlu zevki maalesef.
E.U. Peki, izledikten sonra aklından çıkaramadın bir sahne veya replik var mı?
K.S. Jim Jarmusch’un Down by Law filminde Roberto Benigni’nin karakterinin “I scream, you scream, we all scream for ice cream!” diye bağırmaya başladığı sahne. Jim Jarmusch’u biraz fazla seviyorum ve özellikle erken dönem filmlerinin beni birçok anlamda değiştirdiğini düşünüyorum.
E.U. O replik benim de favorilerimden biridir. Özellikle neredeyse her gün özlü hayat mottolarıyla karşılaştığımız şu sıralar bu repliği daha çok tekrar ediyorum. Madem unutamadığın repliği sorduk, senin için özel olan filmlerden ve yönetmenlerden bahsedelim biraz da. Türk sinemasından ve dünya sinemasından senin için listenin başında olan filmler nelerdir?
K.S. Doğrudan Jim Jarmusch ilk dönem filmlerini saymalıyım, Permanent Vacation’dan Night on Earth’e değin çektiği her film benim için çok kıymetli. Jim Jarmusch’un yakın bir arkadaşı olan Aki Kaurismaki’nin filmografisinin yerini tarif etmek de çok güç, ondan özellikle La Viede Boheme ve Proleterya üçlemesini çok seviyorum. Wong Kar Wai de ilk aklıma gelenlerden, onun Chungking Express, Fallen Angels, Happy Together filmlerini büyüleyici buluyorum.
Türk sinemasında beni dünya sinemasından örnekler kadar etkileyen bir film izleyemedim henüz, ama dediğim gibi, bu onları iyi ve başarılı bulmamakla değil, bir şekilde yakın hissetmememle alakalı. Ama Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı’nını, Emin Alper’in Abluka’sını, Tolga Kareçelik’in Sarmaşık filmini, Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşatası’nı, Nuri Bilge’nin tüm filmlerini ve Zeki Demirkubuz’un özellikle İtiraf filmini çok seviyorum.
E.U. Anladığım kadarıyla Jim Jarmusch hayranısın. Peki onun dışında hangi yönetmenleri seversin?
K.S. Asghar Farhadi, David Lynch, Jonas Mekas, Chantal Akerman, Spike Jonze, Adam Elliot, Wim Wenders, Lynne Ramsay, Jacques Auidiard, Robert Weine, Terry Gilliam, Andrew Bujalski ve umurlarında olmayacak olsa da özür dilediğim aklıma gelmeyen diğerleri.
E.U. Dünya sinemasına baktığımız zaman kendini hangi coğrafyanın filmlerine yakın hissediyorsun?
K.S. Dediğim gibi Birleşik Krallık işçi/emekçi sınıfı coğrafyası bunlardan biri, Amerikan bağımsız sinemasının habitatı; Kelly Reichardt, Safdie Kardeşler ve Vincent Gallo’nun öte Amerikası. Aki Kaurismaki’nin Finlandiyası, erken 1920’ler Almanyası, Wong Kar Wai’nin Hong Kong’u. Aklıma ilk gelenler bunlar oldu.
E.U. Bundan sonraki planların nelerdir?
K.S. Daha fazla yazmak, yazdığım konuların çeşitliliğini genişletmek istiyorum. Bloğumu genişletmek ve daha fazla yerde yayımlanmak. Bir novella sayılabilecek öykümü de kitaplaştırabilirim diye umuyorum. Ancak bunların dışında, en önemli önceliğim akademik kariyerim. Okulumun Sanat Tarihi Bölümü’nden çift anadal kabulü aldıktan sonra mezun olmak, ardından da akademide en genel anlamıyla müzik çalışabileceğim bir kariyer planını denemek istiyorum.
E.U. Hoş sohbetin için çok teşekkür ederim Koray. Seni daha yakından tanıdığıma çok memnun oldum. Hayatın daha çok başındasın. O yüzden her şeyin gönlünce olmasını ve kariyerin için planladığın hedeflere ulaşabilmeni dilerim. Son olarak seninle ilgili giriş yazımda belirteceğim ve büyük bir ihtimalle okuyucuda merak uyandıracak vejetaryen olma hikâyeni alabilir miyiz?
K.S. Aslında burada uyanan beklentiyi karşılayacak kadar ilginç bir hikâyesi yok. Hem feminist hem de hayvan hakları aktivizminin başucu kitaplarından sayılan Carol J. Adams’ın “Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejeteryan Eleştirel Kuram” kitabını okumamla gerçekleşti her şey. Tabii bu kitabı okumak istememde biraz vejeteryan-vegan aktivizminin görünürlük kazanmaya başlaması etkili oldu. Hem vegan-vejeteryan yaşayanları gözlemlemeniz, onları dinlemeniz ve tabii büyüyüp normalleştirilen birçok şeye biraz daha eleştirel bakabilecek bir olgunluk geliştirmeniz önemli oluyor. Kitap da sanırım hazırlıklı olduğum bu dönüşüm için gerekli altyapıyı, inancı ve motivasyonu sağlamış oldu. Sanırım böyle bir kararın sürerli olması için de en önemli şey yaptığınıza inanmanız, bu kararı vicdanınız ve mantığınızla tek başınıza en sağlıklı şekilde vermeniz. Son olarak ekleyeyim, veganlığın üzerine neredeyse hiç düşmedim, kendimi bu anlamda eksik hissediyorum. Ama sanırım bu bir süreç, ve umarım bu süreç beni vicdanen ve mantıken ikna olabileceğim, inanabileceğim daha güzel kararlara götürür.