Oralar için düşünecek olursak, oldukça serin Temmuz ayında bir gece geç saat, Dublin Temple Bar’da kafalarımız hayli güzel, kalacağımız otele doğru yürüyorduk. Yine aynı cadde üzerinde bulunan otelin uzun ince kapısının önüne geldiğimizde durakladık. Eski yapıların arasındaki karanlık, taş sokaklar, zaten Dublin sabaha karşısının serinliğinden ürpermekte olan vücutlarımızın içine işliyordu. Sokak aralarından nereden geldiği belli olmayan beyaz dumanlar yükseliyor, koyu gölgeler oradan oraya yürüyor, ayak sesleri uzun sokaklarda kaybolup gidiyordu. Gece öylesine ürpertici, ama bir o kadar da davetkardı. Başımı kaldırıp, kapının üzerindeki “The Fleet Street Hotel” yazısını gördüğümde anladım, beni uzun bir gece bekliyordu.
Otelin uzun merdivenlerinden odalarımıza çıkarken, gotik korku filmlerindeki karanlık tavan aralarına doğru yürüyormuşuz gibi bir his kapladı içimi. Sanki odaların kapıları bir anda yamulmaya, uzayıp formunu yitirmeye başlayacak, yerdeki el dokuması halılar yerini siyah-beyaz asimetrik kaplamalara bırakacak, belki de Fleet Caddesi’nin eli kanlı berberi Sweeney Todd gözü dönmüş şekilde aniden karşıma çıkıverecekti. Benim üç kez “Beetle Juice” dememe bile fırsat kalmadan, kapılardan dalıverecekti uzun kum canavarları. Bir yerlerden Jack Nicholson maskesi altında saklanan “zalım” Joker gelecek ve herkesi gülmekten öldürecek, ya da Willy Wonka’nın bembeyaz, inci gibi dişlerinden oluşan koca bir ağız tepemizden aşağıya düşüverecekti. Bir anda silkinip kendime geldim. Resepsiyondan anahtarımı aldıktan sonra, sessiz ve meraklı gözlerle odama doğru yöneldim.
Belki de bir kahveye ihtiyacım vardı. Odadaki elektrikli su ısıtıcısını çalıştırıp, banyoya doğru yürüdüm. Yüzümü yıkayıp geri geldiğimde odamın bambaşka bir hal aldığı gerçeği karşısında dehşete kapılmıştım. Örümcek ağlarıyla kaplı duvarlar, tavanlardan sarkan ilginç yaratıklar, hayatımda daha önce hiç görmediğim tuhaf hayvanlar, makineler, resimler, yazılı kağıtlar… Ben yürümeye çalıştıkça yer adeta ayağımın altından kayıyor, oda bir o tarafa bir bu tarafa sallanıp duruyor, duvarlardaki devasa guguklu saatlerden gelen keskin kuş çığlıkları odayı kaplıyordu. Bu odayı kimin bu hale getirmiş olabileceğini düşünüyordum, ve aklımdan geçen isimlerin hiçbiri aslında birer film karakterinden başkasına ait değildi. Beetljuice, Delia Deetz, Lydia, yoksa çılgın dekoratör Otto mu? Peg, Kim, Edward? Hayır hayır, onlar olamaz!.. Victor, Charlie, Willy?.. Odanın kapısı iç gıcıklayan bir gıcırtıyla yavaşça aralandı. Orada biri vardı, biliyordum. Ama kimdi?! Kim?
Aslında içten içe biliyordum ki, bu saydığım karakterlerin hiçbiri değildi kapının arkasında duran. Bunu kesin olarak, aralık olan kapının ardından, kafasında bilumum metal gereç barındıran kaska benzer başlığıyla Abercrombie bana doğru koştuğunda anladım. Gece gece, evimden çok uzakta beni ziyarete gelen, küçük Vincent Malloy’dan başkası değildi.
Vincent Malloy, yedi yaşında, ailesi ve kız kardeşinin hayvanlarıyla birlikte yaşayan, ama aslında örümcekler ve yarasalarla dolu bir evde yaşamayı düşleyen, Vincent Price ve Edgar Allen Poe hayranı, çevresinden izole, ailesi tarafından da anlaşılamayan, kedini korkunç ve karanlık bir ev tarafından esir edilmiş olarak düşleyen, diri diri gömülen karısını bulmak için annesinin çiçek bahçesini kazmaktan çekinmeyen, teyzesini kaynayan balmumu kazanına atmak isteyen, hayalperest, eksantrik ve gotik bir çocuk… Zamanın ilk emosu belki de…
Vincent Malloy, çocukluğundan bu yana ödün vermeden koruduğu hayal gücü karşısında zaman zaman donakaldığım, fantastik yönetmen Tim Burton’ın 1982 yılında mezun olabilmek için hazırladığı, yaklaşık altı dakikalık animasyonu Vincent’in ana karakteri. Bazı rivayetlere göre ise aslında yönetmenin kendi çocukluğunun bir yansıması. Aslında Tim Burton’ın da zamanında kendi dünyasında yaşayan, korku filmleri izlemeyi seven ve Poe okuyarak vakit geçiren bir çocuk olduğunu göz önünde bulundurursak, bu kaçınılmaz çıkarıma ulaşıyor olmak çok da şaşırtıcı bir durum değil. Burton’ın genellikle filmlerinde kullandığı farklı ve farklı olduğu için de diğerleri tarafından anlaşılamayan karakterlerinin de temelinin Vincent’a, dolayısıyla Burton’ın kendi çocukluğuna dayandığını söylemek yanlış olmaz.
Burton, bu kısa animasyonda öylesine derin bir hayal dünyasını yansıtıyor ki, yıllar sonra hayata geçireceği ve büyük gişe başarısı sağlayacağı Beetle Juice (1989), Edward Scissorhands (1990), Sleepy Hollow (1999), Corpse Bride (2005) ve Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007) gibi filmlerde de göreceğimiz birçok fikir, aslında temellerini bu kısa animasyondan alıyor.
Koskoca bir filmografiye öncülük ediyor olması bir yana, elinde flütüyle Vincent, son derece masum, öylece karşıma duruyordu. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Yedi yaşında bir çocuğa kahve de ikram edilmezdi herhalde. Kaldı ki odanın bu yeni ve dekoratif(!) halinde su ısıtıcısının nerede olduğunu bile bilmiyordum. Gerçi o da çok fazla konuşmayı sevmiyordu. Beni buralara kadar ziyarete gelmiş olması bile yeterliydi oysa. Gülümseyerek teşekkür ettim Vincent’e. O ise, her zaman yaptığı gibi Edgar Allen Poe’dan bir şeyler mırıldanarak arkasını döndü ve sessizce yürüyerek odadan çıktı. Karanlık koridorda, Vincent Price’ın ürkütücü sesi eşliğinde gözden kayboldu.
*Bu anekdot gerçek olaylara dayanmaktadır. Kaleme alınmasındaki tek amaç izleyicinin dikkatini bir yönetmenin hayal dünyasına çekmek, ve bir animasyon filmini yeniden anımsatmaktır. Okuduğunuz için teşekkürler.