Postmodern bir distopya örneği olan Vincent Must Die (2023), aniden şiddete uğramaya başlayan bir adamın hikâyesine odaklanır. Göz göze geldiği herkes Vincent için önlenemez bir felakete dönüşür. Günümüz toplumunun uğradığı manipülasyon ve mağduriyetin çeşitlendirilmesine dikkat çeken filmde, bir nevi şiddet kavramının anatomisi incelenir. Her yeni gün Vincent için içinden çıkılması zor bir kâbusa dönüşür. İşini, evini ve mahallesini terk edip kırsala yerleşir; ancak bu kaçış hiçbir şekilde sorunlarını çözmeye yaramayacaktır. Yozlaşmış yeni dünya insanları arasında normal kalmış azınlıklardan biri olan Vincent, düştüğü lanetten kurtulmak için kitlesel bir mücadeleye atılır. Filmin önemli tartışma noktalarını oluşturan distopik tasarı, bel kemiğini tekno-kötümser bir çerçeveden yaratmayı tercih eder. Modern teknoloji, gönüllü teşhircilik, sisteme bağlı hipnotize oluş gibi unsurlar bağlamında oldukça eleştirel bir yapım olan Vincent Must Die bir nevi kıyamet öncesi izlenim tasvir eder. Bu bağlamda filmin klasik distopyadan ayrılan en önemli söylemi post apokaliptiklikten önceki bir dönemi merkeze almasıdır. Prömiyerini Cannes Uluslararası Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan film, ileride Fransız Korku Dalgası olarak anılabilecek yeni bir akıma öncülük yapması bakımından da oldukça dikkat çeker.