Schaefer Konservatuarı’nın çalışma odalarının birinden gelen seslerin ritmine kulak kabartır Terence Fletcher. Belli ki bu odanın içinde onun dikkatini çeken bir şeyler vardır. Andrew Neiman’ın elindeki bagetlerin çınlattığı vuruşlar, bir kompozitörün eserini sonlandıracak notalara yaklaştığı titizlikle, Fletcher’i, Neiman’ı ve de biz izleyicileri/dinleyicileri, caz standartlarını dinlerken oluşan hazzı aratmayacak ritim savaşlarının içine çekecektir. Juan Tizol’un benzersiz bestesi, Duke Ellington’un parmaklarında hayat bularak kulağımızda çınlar ve Hank Levy’nin kağıda döktüğü notaları, Don Ellis’in nefesiyle dinleriz. Biz onları dinlerken, o odada, o baterinin başında terler içinde çalışan Andrew’un içinde tutamadığı müzik aşkında da bizim dinleyeceğimiz caz standartlarının elleri, kolları, sesi, nefesi olmak; besteleri bir bedende yani kendisinde toplamak vardır. Gelin görün ki o notalar ister 7/4’lük, ister 14/8’lik, hatta isterse double-time* ritminde olsun, o konservatuarın en prestijli orkestrasında var olabilmesi, Fletcher’ın temposuna ayak uydurabilmesinden geçiyor. Yakalamaya çalıştığı ritimler, ellerindeki kanla beraber bateriye akarken, Andrew’un kulağında tek bir ismin, Bernard “Buddy” Rich’in müziği yankılanıyor.
İzleyici koltuğundan baktığınızda, müziğe dair bir film yapmak başka bir disiplin ve cesaret gerektiren bir yönetmenlik denemesini zorunlu kılar. Çünkü tek başına müzik, insanların hayal dünyalarında binlerce film çekmesi için birçok kapı açabiliyorken, bunu görsellikle birleştirmek ve müziğin uyandırdığı duyguları notaların altında kalmadan perdede yansıtabilmek ustalık gerektirir. Bunu hayata geçirmek hem iştah kabartıcı hem de zorlayıcıdır. Sinema tarihine baktığımızda da müziği konu edinen filmlere oldukça fazla rastlandığını söyleyebiliriz. Stormy Weather (1943), Bird (1988), Shine (1996), Sweet and Lowdown (1999), Ray (2005) ve daha yazarak bitiremeyeceğimiz birçok film bu konu etrafında şekillenmiş ve caz da bu yelpazenin içinde kendine hatrı sayılır bir yer bulmuş elbet. Damien Chazelle de cazı merkezine aldığı bir ‘müzisyen’ hikayesi anlatmak istemiş ikinci uzun metrajı olan Whiplash‘te (2014). Bernard “Buddy” Rich, Charlie “Bird” Parker gibi idollerini dinlerken bile onların döktüğü teri kendi yüzünde hisseden Andrew Neiman’ın (Miles Teller), müzikte ‘aferin’e yer olmadığını bir nazi subayı edasıyla kanıtlayan hocası Terence Fletcher’a (J.K. Simmons) karşı oluşturduğu müzikal iradeyi, psikolojik gerilim temelinde sunan bir film var karşımızda. Başarı hikâyeleri, özellikle de müzik söz konusu olduğunda yılmamak, hatasız ilerlemek ve zirveye ulaşmak adına zorlu çalışmaların içerisinde bir başına kalmayı gerektiren bir çerçeve oluşturur. Chazelle’in, adını Hank Levy’nin Whiplash’inden aldığı filminde Andrew, bu çerçeveye tamamıyla oturan bir örnek. Tabii ki bu başarı hikâyelerinde ikinci bir taraf daha mevcuttur. Onu bu çerçeve içinde en iyi olması için sınayacak bir eğitmen… Aynı Fletcher de gözlemlediğimiz gibi… Chazelle, filmin temeline caz müziği koyuyor gibi görünse de, Whiplash‘i benzerlerinden ayıracak önemli hamleler yaparak üzerine tartışılacak kritik konular veriyor elimize: Yıllar geçse de etkisi ve değeri azalmayacak efsanevi eserler üretmek uğruna yapılanlar ve bu yolda takınılan her tavır mübah mı? Benliğin ve insani tüm duyguların yerini tek bir amaçla doldurmak, yaşayabilmek için mümkün mü?
Film, eğitim anlayışında hataya yer olmayan ama ‘oyun’a fazlasıyla yer ayıran Fletcher’ın, müzik, başarı, öğretmen-öğrenci ve şef-müzisyen konularındaki tavrı nedeniyle yukarıdaki ilk soruyu başarının etik anlayışı genelinde sorgulatıyor izleyenlere. Fletcher ve Andrew arasındaki ilişki, double-bind’ın (çifte açmaz) iyi örneklerinden birini sergiliyor. Bu noktada bu teoriyi açıklamakta fayda var. Double-bind, psikolojide özellikle şizofreni vakalarında görülen bir çaresizlik koşullandırması teorisi. Teori, kişi ne yaparsa yapsın karşılıklı ilişki içerisinde olduğu diğer tarafı memnun edemeyeceği gerçeğiyle şartlandırılmış olması temeline dayanıyor. Bu şartlanma, koşul ortadan kalkmadığı takdirde benlik parçalanmasının önünü açan bir durum oluşturuyor. Fletcher’ın bunu yapmaya yılmadan devam etmesi, Andrew için benliği, müziği, akıl ve beden sağlığı açısından da zorlayıcı bir başka sınavı beraberinde getiriyor böylelikle. Andrew’ın, Flatcher’a kendini kanıtlamaya çalıştığı zamanlarda, biz de onun yapabileceklerinden korku duyuyoruz. İkilemi kırmak ve müzisyenliği için ‘başarma’ hissini kovalamak adına hayatını bir kenara bırakabilecek yorgun ve mutsuz bir genç yetişiyor gözümüzün önünde. Fletcher ise çifte açmazı sonlandırmamaya kararlı. Onun kendi orkestrasıyla yaptığı ve Andrew’un ilk kez katıldığı provada Andrew’u, “Buddy Rich buradaymış” diye cesaretlendirmesinin hemen arkasından kendi temposunu yakalayamadığı için sandalye fırlatarak tepki vermesi, bu ikilemin en temiz örneklerinden birini veriyor. Filmin sonuna kadar devam eden bu ikilemde bırakma durumu, Andrew’un benliğinin parçalanmasını kolaylaştırırken, filmin son sahnesinde JVC Festivali’nde Fletcher’ın yaptığı ve adına ‘Upswingin’ diyebileceğimiz son oyun, Andrew’un bu koşullandırmayı kırarak filmi ve Caravan’ı nihayete erdirdiği muhteşem bir finali de beraberinde getiriyor. Andrew’un bunu kırması, yine yukarıda bahsedilen ikinci soruya cevap aramasına paralel giden bir süreçte işliyor aslında. Müziği bir amaçtan çok, vazgeçilmez olarak hayatının içine almış ve bunun peşinde yalnız olmayı seçmişken; en iyisi, en değerlisi olmak için her şeyi yapabilecek kadar gözü kararır Andrew’un. Bu yolun hiçbir yere çıkmadığını fark ettiğinde, elinde olan yeteneğin zaten değerli olduğunu kabul ettirerek amacına ilerleyebileceğini anlayınca, o muhteşem Caravan solosu da geliverir.
Damien Chazelle, filmin tüm bu psikolojik temelinin yanında yönetmenliğe de bir müzisyen edasıyla yaklaşarak filmin amacını daha da güçlendiren bir seyir sunuyor. Chazelle filmi kendi enstürmanı yapıp, Andrew’un titizliğiyle yaklaşmış her sahneye. Kanın, terin, bağırışların ve tükürüklerin, caz parçalarının arasından eksik olmaması parçaları da enstrümanları da kanlı canlı bir varlık haline getiriyor. Bateriye dökülen kanlar, terden ıslanmış ziller ve hızını takip edemediğimiz bagetler, onu çalan müzisyenle bütünleşerek canlanıyor. Enstrümanın, bedenin bir parçası haline geldiğini lafla değil görsellikle de kanıtlayan Chazelle, bateriyi de üçüncü bir başrol konumuna getiriyor. Onu bedeniyle bütünleştiren Miles Teller da içinden caz geçen bu filmde, isminin güzel rastlantısının hakkını veren bir performans sunuyor. Tedirginliği, kararlılığı, hayalleri, hırsı ve korkusunu film boyunca tüm hâl ve hareketlerinden okurken, ona doğru her eğildiğinde kabus izlenimi yaratan ve bakışlarıyla otoritesini Andrew’a olduğu kadar biz seyircilere de hissettiren J.K. Simmons’la yarışan bir oyunculuk sergiliyor. J.K. Simmons’a gelecek olursak… Sahnenin tozu içinden gelip “Beni aptal mı sandın?” diyen bir adamın, aynı sahne üzerinde, on dakika sonra ‘sen çal, gerisini ben hallederim’ diye bakan bir adama dönüşünü, bizleri zevkten dört köşe eder hâlde bırakacak kadar iyi oynayan biri için ne desek az kalır.
“Aferin” demenin dayanılmaz ağırlığının, Jo Jones’un, Charlie Parker’ın ismine Bird’ü ekletecek o müdahalesinde gizli olduğunu öğrendiğimiz Whiplash; bizi başarının, müziğin ve cazın üzerine bolca düşünülecek soruları ve müzisyen hikâyeleriyle baş başa bırakıyor.
*Double-time, caz müzik için kullanılan bir terim. Nota değerlerini, akor sırasındaki ritimde bir değişiklik yapmadan, kendinden önce gelen notalardan iki kat daha hızlı çalmak anlamında kullanılıyor.