Filmler de bizim kadar yaşarlar, konuşurlar, büyürler ve soru sorarlar. Bunların sonucunda zaman zaman da taraf olurlar. İngiliz sinemasının usta ismi Ken Loach, sahip olduğu dolu dolu 50 yıllık kariyeriyle tarafını her daim savunan ve ses çıkaran bir yönetmen oldu. Sinemasal birçok tercihinin yanı sıra politik duruşu da buna dâhil. Sosyalist düşünce sisteminin beyazperdedeki en sağlam örneklerini veren aktivist yönetmen, İngiliz Yeni Dalgası’ndan aldığı bayrakla bu 50 yıl boyunca toplumda gördüğü sorunlara parmak basmayı sürdürdü. Sınıfsal eşitsizlikler, işsizlik, evsizlik ve işçi hakları, değindiği konulardan yalnızca birkaçı. Filmlerinde bu konuları seyircisine işaret eden, üzerine düşünmek için ona zaman veren ve bu sorunlara birlikte bir çözüm bulmaya teşvik eden bir yönetmen olarak Ken Loach, geçtiğimiz hafta vizyona giren -şimdilik- son filmi Jimmy’s Hall’da (Özgürlük Dansı, 2014) bu kez 1930’lu yılların İrlandası’nı işaret ediyor.
Gerçek bir hikâyeden uyarlanan filmde, İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın ardından oluşan kaotik ortamın içinde, aktivist Jimmy Gralton komünist düşünceleri ile birçok mecra için tehlike arz ediyor. Jimmy, Leitrim’e bağlı küçük kasabasında sahip olduğu salonu işleterek insanların, kilisenin verdiği eğitim haricinde de eğitim alabilmelerini sağlıyor. Dans, boks, edebiyat, resim, müzik gibi dersler bunların başında yer alırken bundan en çok kilise rahatsız oluyor. Kilisenin yanı sıra Bağımsızlık Savaşı sırasında ayrı düşen saflar, kazanılan bağımsızlık sonrası ayrışan gruplar ve hepsinden öte dönemin sahip olduğu “komünist avı”, Jimmy’nin Amerika’ya kaçması için yeterli sebepler oluyor. 1932’de geri döndüğünde karşısında, ruhsuz bir kasaba, kapalı ve çürümüş meşhur salon ve geçmişi sadece dinleyerek öğrenebilen enerji dolu genç bir jenerasyon buluyor. Bundan sonrasında memleketini özleyen ve yalnızca çiftlikte çalışarak annesine bakma amacındaki Jimmy’nin başına gelecekler belli: Yıllardır onun kahramanlıklarını dinleyerek büyüyen gençler Jimmy’yi salonu açması için ikna edecek, salon onarılıp yeniden açılacak, kasabaya neşe tam döndü derken kilise, toprak sahipleri ve cumhuriyet yine tepelerine dikilecektir.
James Gralton, hayatı filme alınmaya oldukça müsait bir lider. Yaşadıkları, yaptıkları ve tarih sayfalarında yer alış şekliyle her seyircinin beyazperdede görmek isteyebileceği bir kahraman. Ken Loach da bunu yapabilecek en uygun yönetmenlerden kuşkusuz. Ancak film başladıktan sonra bir şeyler ters gitmeye başlıyor ve Loach’un birçok filminde birlikte çalıştığı senaristi Paul Laverty’nin Jimmy’s Hall’da beklenmedik hamleleri tercih ettiğini görüyoruz. Buradaki beklenmedik husus, bir Loach filminde genelde görmeye alışık olmadığımız tercihlere sahip olması. Bu tercihler sonucunda anlatılan kahramanlık öyküsünün altını akla gelebilecek en ucuz yollarla sebeplendirip seyircisiyle yola devam etmeye çalışıyor. Özellikle ‘80 sonrası yeni Amerikan sineması’nda sıkça rastladığımız vasat (ya da iyi) kahramanlık filmlerinin günümüze kadar artık klişeliklerini bile yitirmiş olması gereken formüllerinin çatır çatır kullandığını görüyoruz.
Ken Loach’un kariyerinin başında adını kitlelere duyurmasını sağlayan en mühim özelliği, kendine has yeni bir dile sahip olmasıydı. Filmleri, sosyal gerçekçiliğin son raddesindeyken, kamerası gözlerin bakmak istemediği kadar ‘gerçek’ yerlere çevriliydi. Ve yaptığı şey her daim -belgesele çok yakın durarak- öğüt vermeden işaret edip çözüm aratmak olmuştu. Buradaki geçmiş zaman kipi yanıltmasın; günümüze kadar bu konuda başarılı örnekler vermeye de devam etmiş bir yönetmen Loach. Böyle bir yönetmenden durduk yere gelen, ne hastalığı olduğunu bile bilmediğimiz ama ‘kan tüküren devrimci’ planı görmek şaşırtıcı oluyor hâliyle. Sinema dergisinin 2011 Haziran sayısındaki yazısında* Engin Ertan, zaman zaman (Jimmy’s Hall gibi) dönem filmleri de çeken ama genellikle gerçekçiliğiyle tanınan Loach’un, geçmişe bakıp yaşanmış hikâyeler anlatırken aynı sahiciliği yakalayamadığı sonucuna varmıştı. Bu yazının yayın tarihinden sonra gelen Jimmy’s Hall da maalesef bunu doğrular nitelikte. Kan tüküren devrimci klişesinin yanı sıra kötü adamın ağzından çıkan “Komünistleri bilmezsin, bunlar son anlarına kadar pes etmez” repliği ya da aynı saftan kilise lideri Peder Sheridan’ın “En azından hepinizden onurlu davrandı” satırları gibi aralara serpiştirilmiş kahramanını ‘ellere’ meşrulaştırma tercihi, benim nezdimde kolaya kaçılmış, ucuz ve gülünç olmaktan öteye gidemiyor. Soğuk Savaş Dönemi’nde dünyayı kurtaran kahramanlarıyla emperyalizme yol yapan Amerikan filmlerinin diliyle, İrlanda’da kiliseyi ve devleti karşısına almış tarihi bir figürü anlatmaktan bahsediyorum. Bu noktada sanatçının kullandığı dili mi, o dille söylediği cümlesini mi dikkate alacağız? Seyirciyi düşünmekten yoksun bırakıp aptal yerine koyarak ikna etmeye çalışan bir dille kapitalizm propagandası yapmak ile sosyalizm propagandası yapmak arasında bir fark görmüyorum.
Kariyerinin 50. yılını bu filmle deviren Ken Loach’un yeteneklerinden bir şey kaybettiğini söyleyemeyiz yine de. Filmin dinamikleri tüm bu klişelerle birlikle tıngır mıngır işlemesini biliyor. Müzikleri ve çayırlarıyla İrlanda havasının da buna katkısı büyük. Fakat Jimmy’s Hall, Loach’tan beklenmeyecek körlükte taraf olan bir film. Öyle ki; filmde Jimmy’nin etkisini genişlettiği anlardan birinde Peder Sheridan’ın vaaz esnasında kilise ahalisine sunduğu “Tercihinizi yapın: Ya İsa, ya Gralton!” seçimini bile seyircisine sunmuyor. Seyirci, Jimmy’ye (ne kadar iyi bir karakter olursa olsun) inanmaya ve onun kazanmasını istemeye zorlanıyor. Loach’un genellikle elini sürmekten kaçındığı melodramla kaplı olan film, yine umut dolu romantik bir finalle kapanıyor. İrlanda tarihinin ilk ve tek sınırdışı edilen adamı, ardında umutla dans ederek bağımsızlık için mücadele edecek genç bir kuşak bırakıyor. Sonuç olarak Jimmy’s Hall ne Ken Loach’un filmografisine, ne de James Gralton’ın anısına yakışan bir film oluyor.
* Engin Ertan, “İngiliz Sinemasında Gerçekçiliğin İki Ustası: Mike Leigh ve Ken Loach”, Sinema Dergisi, Haziran 2011, sayfa 64 – 69.