Toy Story 1, yönetmenliğini John Lasseter’ın yaptığı, yediden yetmişe her yaş grubundan seyircinin keyifle izlediği, 1995 yılı Pixar yapımı bir animasyon. Pixar’ın ilk uzun metrajlı bilgisayar-animasyon filmi olan Toy Story 1, 2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’ne alındı.
Türkçe ismiyle Oyuncak Hikâyesi 1, gösterime girdiği dönemden itibaren o kadar çok sevildi ki pek çok sektörde Buzz Lightyear’ın sonsuzluk ve ötesine (to infinity and beyond) sloganı kullanıldı. T-shirtlerden ders kitaplarına, oyuncaklardan pasta süslerine kadar birçok üründe filmin mottosunu görmek mümkün oldu.
Yapım yılını göz önüne alırsak film, döneminin teknik imkânlarına göre birçok yeniliğe sahip. Fakat bu kadar sevilmesinde teknik özelliklerden ziyade senaryosunun etkisi var diyebiliriz. Çünkü filmin senaryosu belli bir dönemin, toplumun, cinsiyetin insanlarına değil, tüm zamanların tüm insanlarına seslenerek son derece evrensel bir hikâye anlatıyor. İster sinema salonunda ister evimizdeki rahat koltukta izlemiş olalım, film bittiğinde zihinlerimizde Robert McKee’nin şu cümlesi doğrulanıyor:
“Her öykü izleyiciye şunu söyler: Yaşamın buna benzediğine inanıyorum. “ (1)
Peki, nedir yaşadığımız hayat ile izlediğimiz bu hikâyeyi benzer kılan noktalar? Bir senaryo nasıl bu kadar sade ve bir o kadar derin bir hikâye anlatabilir? Ya da senarist-yönetmen Gökhan Yorgancıgil’in de ifade ettiği gibi bir senaryonun iyi fikri nedir?
“İyi fikir, oturup senaryo olarak yazmaya değer olan, insanların evlerinden kalkıp sinemaya gelip bilet alıp, bir kaç saat oturup izlemelerine değecek olan o nadide şeydir.” (2)
80 dakikalık bir hikâyeden bu nadide şeyi bulup çıkarmak ve iki üç kelimeyle ifade etmek elbette kolay değil. Ama en azından bir deneme yapabiliriz.
Film bizi alışık olduğumuz reel dünyadan koparıp oyuncakların dünyasına götürdüğü için aklımıza ilk olarak “What If… (eğer… )” kalıbıyla düşünülmüş bir yaratıcı fikri getiriyor.
“Eğer oyuncaklar canlı olsalardı ne olurdu?”
Fakat biraz daha derin düşündüğümüzde bu fikrin, senaryonun vaat ettiklerini bize aktarmakta ve karakterlerin dönüşümlerini hissettirmekte yeterli olmadığını görüyoruz. Çünkü hikâyenin içinde oyuncakların canlı olmasından bir adım öteye geçen ve tüm çatışmanın saç ayaklarını belirleyen bir nokta var. Çatışmanın birinci saç ayağında çocuğun en sevdiği, en çok oynadığı favori oyuncağı Woody, diğer ayağında ise Woody’nin saltanat tahtını sallayan yeni oyuncak Buzz Lightyear var. Öyleyse çatışmayı net olarak ortaya koyma gerekliliğinden hareketle filmin yaratıcı fikrini şu şekilde yeniden düzenleyebiliriz:
“Ahşap bir oyuncağın lideri olduğu bir oyuncak toplumuna, bir doğum gününde, diğer oyuncaklardan farklı ve mekanik özellikleri olan yeni bir oyuncak gelse, lider ve evdeki diğer oyuncaklar bu durum karşısında ne yapar? “
Yaratıcı fikrimizi netleştirdikten sonra klasik 3 perdeli yapı üzerinden filmimizi incelemeye devam edebiliriz.Oyuncak Hikâyesi 1’in giriş bölümü yani 1. Perdesi, küçük bir çocuk olan Andy’nin oyuncaklarıyla oynama sahnesiyle başlıyor. Bu sahnede seyirciye, karakterler yani oyuncaklar genel hatlarıyla tanıtılmış oluyor. Andy’nin doğum günü hazırlıkları için en sevdiği oyuncak Woody ile birlikte odasından ayrılması bize filmin kahramanı hakkında ilk ipucunu vermiş oluyor. Bu ipucundan sonra annesinin Andy için düzenlediği doğum günü partisinde Andy ‘ye mekanik özellikleri olan Buzz Lightyear adlı yeni bir oyuncak hediye ediliyor. Bu yeni oyuncağı çok seven Andy, onu yatağının üzerine eski favori oyuncağı olan Woody’nin yerine koyuyor. Woody’nin ve diğer tüm oyuncakların şaşkınlığı ve bu duruma verdikleri tepkilerle filmin konusunu anlamaya başlıyoruz
Bütün oyuncaklar mekanik özellikleri olan Buzz’dan çok etkileniyor ve hayranlıkla onu taklit etmeye çalışıyor. Woody ise bir anda ortaya çıkıp liderliğini sarsan üstelik de oyuncak olduğunun bile farkına varamayan bu yeni oyuncağı kıskanmaya başlıyor. Filmde, Woody, Buzz’ı kendi antagonisti sanıyor ve onunla bir liderlik yarışına giriyor. Bu yarış üzerinden filmin dış çatışması ilerliyor. İç çatışmada ise Woody kendi içindeki liderlik dürtüsüyle savaşıyor. Film, bu dürtünün zalimlik ve lütufkarlık noktaları arasında gidip gelişlerle ilerliyor.
Gelişme bölümü, zalimliğin esiri olan Woody’nin Buzz’dan kurtulmak adına yaptığı bir oyun neticesinde Buzz’ın pencereden dışarı düşmesiyle başlıyor. Buna tetikleyici olay da diyebiliriz.
“Tetikleyici olay önce kahramanın yaşamındaki dengeyi bozar, sonra da onda dengeyi yeniden kurma arzusunu tahrik eder. Bu gereklilikten yola çıkarak kahraman bir arzu nesnesi tasarlar.Tetikleyici olay, kahramanı bu nesne ya da hedefin aktif bir biçimde peşinden gitmeye zorlar. ” (3)
Filmde kahramanın yani Woody’nin tetikleyici olayı yapmasına sebep olan arzu nesnesi Andy’dir. Ki Woody bunu filmin 23. dakikasında Buzz ile konuşurken açıkca ifade ediyor:
“Dinle Işık huzmesi! Andy’den uzak dur. O benim ve kimse onu benden alamaz!”
Gelişme bölümüne devam edecek olursak oyuncaklar tarafından suçu anlaşılan Woody arkadaşlarının güvenini yeniden kazanmak için Buzz’ı kurtarmaya soyunuyor. Fakat kendini bir ışıkyılı savaşçısı sanan ve uzaydaki bir gezegeni kurtarmak için uçma planları yapan Buzz sürekli Woody ‘den kaçıyor. Bu kaçma kovalamaca serüveninin son noktası olan Sid’in evinde izlediği bir TV reklamı sayesinde, Buzz, sadece bir oyuncak olduğunu ve asla uçamayacağını anlıyor.
“Kahraman tarafından seçilen, hikâyenin mükemmel başlangıç şifresini oluşturan eylem olumlu olumsuz her nasıl olursa olsun hikâyenin doruğuna götürür.” (4)
Yukarıdaki ifadeyi de göz önünde bulundurursak filmin tam da bu aşaması, yani Buzz’ın uçamaması, doruk noktasını oluşturuyor. Hayal kırıklığına uğrayan Buzz, kendi doğasına uygun olmayan kız oyuncaklarla takılmak zorunda kalınca, Woody’nin içindeki liderlik hırsı tam manasıyla sınanma noktasına geliyor.
Bizlerse hemen seyirciye has o şüpheci sorulara başlıyoruz? Acaba Woody, Buzz’ın bu hayalkırıklığını bir fırsat olarak görüp gidecek mi? Ben sana uçamazsın demiştim, gördün mü bak diyerek kibire kapılacak mı? Ya da kendisine rağmen Buzz’ı oradan kurtarıp eve geri götürecek mi?
Doruk noktasının hemen ardından gelen bilinçlenme noktasında, Sid tarafından bir kafese hapsedilmiş çaresiz Woody’nin kendisiyle yüzleştiğini görüyoruz.
“ Bir öykü olayı bir karakterin yaşamındaki bir değer açısından yaşanan ve ifade edilen ve çatışma aracılığıyla başarılan anlamlı değişimi yaratır.” (5)
Woody için de bilinçlenme noktasında bu anlamlı değişim gerçekleşiyor. Filmin başında liderlik hırsıyla Buzz’ı rakip gören Woody, şimdi Buzz’ın kendisinden belli özellikleriyle üstün olduğunu ve Andy’nin onu çok sevdiğini kabul ediyor.
Bu itiraf Buzz için yeni bir ümit oluyor ve harekete geçmek için kendinde güç buluyor. Woody ve Buzz, son bir oyun oynayarak Sid’in elinden kurtulmayı başarıyor. Eve döndüklerinde tüm oyuncakları kamyonla yeni bir eve taşınıyor bulan ikili, olağanüstü bir gayret gösterip arkadaşlarına yetişiyor.
Bu gayretin bir neticesi olarak da Buzz’ın sonunda uçmayı başardığını ve Woody ile birlikte uçarak arkadaşlarına yetiştiklerini görüyoruz. Böylece filmin sonuç bölümü de başlamış oluyor. Andy ve oyuncaklar yeni eve taşınıyor. Woody’nin, Buzz’ı kurtardığını ve ikilinin dost olduğunu gören diğer oyuncaklar Woody’yi affediyor. Woody ve Buzz, Andy’ye hediye gelen yeni oyuncağı kıskanmayacaklarına söz veriyorlar ve tüm oyuncaklar dostça yaşamaya devam ediyor.
Film mutlu sonla bittiğine ve tüm oyuncaklar dost olduğuna göre bu filmde hiç kötü karakter yok muydu? Öyleyse filmin antagonisti kimdi diye sorabiliriz.
Antagonist konusunda öncelikle şunu bilmeliyiz: Öykü yapısında antagonisti her zaman kahramana özel düşünülmemelidir. Filmde Woody’nin antagonisti yine kendisiyken hikâyenin antagonisti daha genel ve soyut bir ifadeyle “sosyal yapı içinde birey olma düşüncesi” diyebiliriz. Filmdeki tüm karakterler yani oyuncaklar bireyselleşme ile topluma faydalı olma arasında kalıyor. Hatta bu düşünceyi Woody filmin başında (8.25 dk) yaptığı oyuncak toplantısında dile getiriyor:
“Andy’nin bizimle ne kadar oynadığı önemli değil, Önemli olan Andy’nin bize ihtiyacı olduğu zaman burada olmamız. Bu yüzden yapılmadık mı zaten?”
Woody’nin bu cümlesi birey olmak ile topluma/başkasına faydalı olma konusunu karşılaştırıyor. İşte film boyunca da bu durumun sınanmasını görüyoruz. Oyuncaklardaki birey olmak, en çok sevilmek, en önde olmak gibi duygular, bir nevi diğergamlığa yani Andy’yi mutlu etme duygusuna evriliyor.
Bir dantel gibi inceden inceye işlenmiş bu filmi incelediğimizde senaristlerin konuya epey kafa yorduğunu fark ediyoruz. Bu kadar yoğunlaşmanın ve detaylı çalışmanın altında çok mühim bir amaç olduğu izlenimine kapılıyor ve hemen filmin amacını bulmaya çalışıyoruz.
Amaç: Bizden faklı ve üstün özellikleri olan insanlarla rekabete girmek yerine farklılıklarımızı kullanarak ortak bir amaç uğruna güç birliği yapmak bizi daha huzurlu ve mutlu kılar.
Filmin yapılış ya da senaryonun yazılış amacını da zihnimizde netleştirdiğimizde senaristlerin o ilk iyi fikri bulduklarında nasıl bir büyüye kapıldıklarını daha iyi anlıyoruz.
“Yazmanın büyülü güçlerinden biri, her bir izleyiciyi, kendi egolarının bir bölümünü sayfada, ekranda, ya da sahnede gördükleri karaktere yansıtmaya yöneltmektir.” (6)
Bu büyülü gücü son derece etkili bir şekilde kullanan, içimizdeki Woody’leri ve Buzz’ları cesurca ekrana yansıtan senaristleri tebrik ederken dilimizden aynı cümleler dökülüyor:
Yaşamın bu öyküye benzediğine inanıyorum.
Kaynaklar:
(1) Robert McKee, Story, syf 56
(2) Gökhan Yorgancıgil,, www.gokhanyorgancigil.com ,Senaryo Yazarının Fikir Kaynakları
(3) Robert McKee, Story, syf 154
(4) Robert McKee, Story, syf 244
(5) Robert McKee, Story, syf 30
(6) Christopher Vogler, Yazarın Yolculuğu, syf 146