Rus kısa film yönetmeni Fyodor Khitruk’un Cannes Film Festivali’nden En İyi Kısa Film Ödülü ile dönen animasyonu Ostrov (1973), ıssız bir ada üzerinde kurtarılmayı bekleyen bir yerlinin başına gelen tuhaf keşifler silsilesini konu alıyor. Adanın, dünyanın farklı merkezleri arasında bir uğrak yeri olması, onu konumu itibarıyla pek çok geminin seferleri ile aşındırdığı bakir zenginlikler yuvası hâline getiriyor. Günlerden bir gün, adaya yolu düşen devasa bir gemi, askerlerini bu küçük toprak parçasına indirerek âdeta ufak çaplı bir çıkarma gerçekleştiriyor ve bayrağını adanın tam kalbine dikerek kurtarılmayı bekleyen şaşkın yerlinin bakışları arasında hakimiyetin başat simgelerinden birini ölümsüzleştiriyor. 1973 yılına ait animasyon, bu noktadan sonra seyirciyi Amerika Kıtası’nın tesadüfî keşfine götürüyor ve yeni dünyanın inşası, hayatın öte ucunda filizlenen bir adada tüm hızıyla ve vahşiliğiyle başlamış oluyor. Batı dünyasını içerisine düşmüş olduğu ekonomik ve toplumsal krizden tek bir hamlede çıkarmayı başaran bu mucizevi keşif aynı zamanda ilk sömürgeci faaliyetlerin de başlamasına önayak oluyor. Adada bulunan yerlilerin ve göçebelerin ürkek tavırları, keşfe çıkan güruh için büyük bir avantaj sağlıyor; zira ilkel olana karşı gelişmiş ve medenî olanın iktidarı baskın geliyor ve çok kısa bir süre içerisinde ele geçirilen zenginlikler ve insan kitleleri acımasız yönlendirmelerle emperyalist çıkarlar için kullanılmaya başlıyor. Kolomb, keşfettiği yeni topraklar ile alakalı seyir notlarında şunları söylüyor: ‘’Bunlar pek ürkek insanlar, daha önce de söylediğim gibi hepsi çıplak. Ne silahları var ne de yasaları. Köylerinde de ne disiplin ne örgütlenme… Ben kendim, elimin altındaki üç beş adamla bütün bu adaları hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan dolaşabilirim. Adamlar silah nedir bilmiyor; savaş inceliklerinden haberleri yok. Demek istediğim bunlar buyruk almaya, çalıştırılmaya, ekip biçmeye, yararlı olabilecek her şeyi yapmaya yatkın insanlar.’’
Kâşifin de söylediği gibi tüm saflığı ve korunmasızlıklarıyla yeni bir düzenin piyonları hâline getirilen, ele geçirilen ve hizaya sokulmaya çalışılan bu insanlar; kendi toprakları üzerinde devasa bir medeniyet inşa edilirken ortaya çıkan zenginliklerden pay almak bir yana, topraklarından çok uzaklara sürülüyorlar. Soykırım ve eziyete uğrayarak sindiriliyor ve tarihin karanlık sayfalarına bir daha geri dönmemek üzere gömülüyorlar. Keşif zamanla ıssız topraklar üzerinde sistematik birtakım kültürel, ekonomik ve siyasi faaliyetlerin başlamasına yol açıyor. Sonsuz kâr güdüsüyle pazar için üretim olarak adlandırdığımız kapitalizm, sermayesini günden güne büyütmek, sömürdüğü halkların topraklarındaki doğal kaynakları, ucuz hammadde ve işgücünü kullanmak için durmaksızın işlemeye devam ediyor. Diğer bir yandan da medeniyet tüm ihtişamıyla yükseliyor. Adada kalan tek ağaç kesilip bir gemiye yükleniyor, hurda araba yığınları yeniden işlenmek üzere geri götürülürken, yenileri aynı hızla büyük pazarların merkezine yollanıyor. Kitle tüketimi beraberinde çılgın moda akımları yaratıyor ve para değişim değerini muhafaza ederken her yeni üretim sürecinden kendisini katlayarak çıkıyor. Amerika’nın keşfi, Batı dünyası için karanlık Ortaçağ günlerinin de son bulması anlamına geliyordu pek tabii. Zira coğrafî keşifler beraberinde Rönesans ve Reform hareketlerini getirerek kilise ve aristokrasinin iktidarını alaşağı ediyor ve feodal düzen kökünden sarsılarak Marx’ın en devrimci sınıf olarak nitelendirdiği burjuva sınıfı giderek güçleniyordu. Aydınlanma, Batıya daha önce sahip olmadığı kadar büyük bir özgüven de aşılıyordu aynı zamanda. Tüm dünyanın potansiyel hâkimi, ulaşılması en güç topraklara kadar ulaşmayı başarmış olan, kendisinden başkası değildi çünkü.
Sancılı doğum, pek çok evreden geçti ve yüzyılları devirerek günümüze değin gelmeyi başardı. Sistem kemikleştikçe modern ve uygar olanın karşısına her tümsekte bir ilkel ve barbar yerleştirildi. Zenginliğin ve gücün eşitsiz paylaşımı bilişsel sistemler yoluyla otorite sahipleri tarafından titizlikle gizlendi ve ortaya çıkan tablo günümüz modern dünyası çerçevesinin de sınırlarını belirledi. Amerika, Afrika ve el değmemiş tüm bakir toprakların keşfi bugün hala önemini ve simgesel anlamını koruyor. Keşifler (!) hız kesmeden devam ederken değişen tek şey sömürülen halkların kimlikleri ve aidiyetleri oluyor. Bir zamanlar altın, gümüş ve değerli madenler için olan savaş şimdi ucuz petrol için devam ediyor. Her şey sonlandığında üzerinde sömürülecek tek bir zerre bırakılmayan topraklar, Ostrov (1973)’da olduğu gibi yıkık dökük bir şekilde kaderine terk ediliyor ve tüm bunlardan geriye kalan adanın şaşkın yerlisi oluyor sadece; zenginliğin etrafı devasa ordularla kuşatılırken olup biteni anlamaya çalışmaktan bitap düşen, tarihin karanlık sayfalarına bir daha geri dönmemek üzere gömülen şaşkın bir yerli.