İnsanlar, çoğu zaman günlük rutinlerine kapılıp hayatlarını monoton bir şekilde devam ettirirler. Böylesine monotonlaşmış bir hayatta, bazen yaşanan en acı duygular, en büyük kayıplar, inanç duygusu ve hatta varoluş amacı bile unutulabilir. Bu durum bireye güvenli bir alan hissi yaratırken aynı zamanda içsel bir boşluk da meydana getirebilir. Bu noktada kader bazen önümüze beklenmedik zamanlarda beklenmedik sürprizler çıkararak hayatın sessiz akışını bozar ve bu içsel boşluğu onarabilme şansını bize sunar. Bu açıdan bakıldığında yönetmenliğini Hettie Macdonald’ın yaptığı The Unlikely Pilgrimage of Harold Fry (2023), yalnızca dramatik bir film olmaktan ziyade inanç, umut ve vicdan gibi kavramları film boyunca psikolojik şekilde ele alır.
Rachel Joyce’un 2012’de yayımlanan romanından uyarlanan film, ana karakter olan Harold Fry’ın, eski bir dostundan aldığı mektupla, ona cevap göndermek amacıyla evden çıkmasıyla başlıyor. Ancak Harold yolda, mektubu göndermek yerine bizzat arkadaşı Quennié’yi ziyaret etmeye karar veriyor ve film, bir adamın uzun ve anlam yüklü bir yürüyüşünü konu alacak şekilde devam ediyor. Aslında Harold’ın hiç beklenmedik bu kararının ardında büyük bir umut ışığı ve inanç saklı. Çünkü arkadaşı Quennié’nin gönderdiği mektupla onun kanser olduğunu öğrenen Harold, bu yürüyüşü bir nevi kendisiyle girdiği bir yarış ya da iddia hâline getiriyor ve yürüdükçe Quennié’nin yaşayacağına, adım attıkça ona güç vereceğine inanıyor. İlk izlenimde Harold’ın bu kararı yarım kalmış bir aşk hikâyesinin peşine düşmek gibi görünse de filmin ilerleyişinde olay örgüsünün bundan oldukça uzak olduğu anlaşılıyor. Harold’ın yürüyüş macerası; onun kendi geçmişiyle, pişmanlıklarıyla ve vicdanıyla yüzleştiği derin bir içsel yolculuğa dönüşüyor.
Harold karakteri, emekli olduktan sonra eşiyle birlikte rutin bir yaşamın içinde kaybolmuş, kendi hâlinde bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Monotonluktan dolayı yaşamının sadece uyanmaktan ve nefes almaktan ibaret olduğu bir kısımda, eski dostunun ölmekte olduğu haberi, onun uzun zamandır hissetmediği birtakım duyguların alevlenmesine neden oluyor. Bu bağlamda filmde Harold’ın bu mektuptan oldukça etkilenmesinin nedeni, onun yıllardır içinde bastırdığı ve henüz çözemediği duyguları gün yüzüne çıkarmasından kaynaklanıyor. Yani bu durumda mektup, bir nevi Harold’ın kişiliğini ve içsel hesaplaşmalarını temsil ediyor. Film bu noktada tamamen Harold’ın nasıl hissettiğine bağlı olarak ilerliyor. Örneğin filmin başındaki durağanlık Harold’ın isteksiz, umutsuz ve hissiz ruh hâlini yansıtırken, filmin devamındaki canlılık ise onun inancını, umudunu ve istikrarını yansıtıyor. 
Quennié’nin yaşamasını kendi adımlarına bağlayan Harold, film boyunca durmadan yürümeye devam ediyor. Yönetmenin bu yürüyüş sahnelerini sürekli Harold’ın arkasından sahnelemesi, adeta izleyiciyi de bu yolculuğa dahil ediyor. Bu kısımda Harold’ın her adımının onu fiziksel olarak ileriye götürürken, zihinsel olarak ise geçmişe götürdüğüne tanıklık ediyoruz. Yolda karşılaştığı her insan, durduğu her durak ve her bir an onu kendi hayatının eksik parçalarıyla karşı karşıya getiriyor. Onun oğlunu kaybetmiş bir baba olduğunu da tam olarak bu duraklardan birinde anlıyoruz. Bu acıyı ancak içinde bastırarak durdurabilen Harold, içten içe oğlunu kurtarmak için yapamadıklarını ve dile getiremediklerini düşünüyor. Böylelikle bir diğer yolculuğu da içinde başlıyor. Bu durumda Harold’ın yürüyüşü artık yalnızca Quennié’ye ulaşmak ve onu yaşatmak değil, aynı zamanda kendisine ulaşmak, kaybettikleri ile yüzleşmek ve durumu kabullenme sürecine dönüşüyor. Yönetmen bu noktada Harold’ın içsel hesaplaşmalarını uzun ve sessiz sahneler aracılığıyla izleyiciye başarılı bir şekilde aktarmayı başarıyor. Böylelikle onun yürüme sebebindeki derin anlam daha da görünür hâle geliyor. Bu yönüyle film, bireyin yaşam boyu biriktirdiği duygusal yükleri, yüzeysel bir anlatımdan kaçınarak daha derin ve psikolojik açıdan ele alarak işliyor.
Harold, yaklaşık 700 kilometrelik yolculuğunun bir noktasında daha rahat yürüyebilmek için bazı eşyalarını evine gönderiyor. Bu kısımda Harold’ı fiziksel yolculuğun mu yoksa içsel yolculuğun mu daha çok yorduğunu sorgulamamak kaçınılmaz oluyor. Çünkü film boyunca devam eden yol sahnelerinde yönetmenin görsel dili, Harold’ın zihninde kendisiyle yaşadığı hesaplaşma sürecini ve içsel dönüşümünü izleyiciye hem görsel olarak hem de sezgisel olarak aktarmayı başarıyor. Böylece yönetmen Macdonald’ın, filmdeki yol sahnelerini yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir metafor hâlinde sunduğunu görüyoruz. Bu bağlamda Harold’ın hafiflemek için kurtulmaya çalıştığı yüklerin aslında fiziksel olmanın dışında zihinsel yükler olduğu ön plana çıkıyor. Filmde de görüldüğü üzere, o yürüdükçe geçmişin yükü de hafifliyor ve pişmanlık duygusunun yerini kabullenme ve kendisini affetme duygusu alıyor. Bu dönüşüm, izleyiciye bireyin eylemi ile düşüncesi arasındaki karmaşık ama aynı zamanda da mantıklı olan ilişkisini felsefi bir şekilde sorgulamasına neden oluyor.
Filmin güçlü anlatısında dikkat çeken noktalardan biri inanç ve umudun sınırlarının sorgulanmasıdır. Yönetmen burada, Harold’ın yürüyerek Quennié’yi yaşatacağını düşünmesi ile insanın rasyonel düşünceden kopuşunu açıkça gösteriyor. Umut ederek ve inanarak duygusal bir şekilde iç sesini dinlemeye başlayan Harold’ın her adımının aslında kendisinden uzaklaşmaya çalışmak ve de suçluluk duygusunu azaltma çabası olduğunu görüyoruz. Bu noktada filmin merkezinde yer alan sessizlik, kelimelerden daha anlamlı ve güçlü bir anlatım sunuyor. Yürüyüş boyunca Harold’ın karşılaştığı insanlarla yaptığı kısa konuşmalar ise yüzeyde basiit gibi görünse de aslında her biri insanın yalnızlıkla kurduğu farklı bir ilişkiyi temsil eder. Bu sahnelerde de yönetmenin yine diyaloglardan çok yüz ifadelerine ve sessizliklere yer vererek, karakterlerin duygularını izleyiciye yakından gösterdiği görülüyor. Fakat yer yer diyalogların sınırlı kalması da karakterin o an aklından ne geçirdiği ve neyi düşünerek hareket ettiği gibi bazı anların anlaşılmasını zorlaştırıyor. Harold’ın yürümeye karar vermeden önceki yaşadığı ailevi çatışmalar ve özellikle karısıyla olan ilişkisi de filmde yeterince zamansal bütünlükle işlenmediği için izleyici bazı boşlukları kendi doldurmak zorunda kalıyor. Diyalog eksikliği ile beraber filmin olay akışındaki bu eksiklik yine de filmin tematik bütünlüğünü zedelemekten çok, izleyiciye kendi içsel yorumunu katacak bir alan açıyor. Bu da izleyicinin filmi sezgisel bir hazla izlemesine yardımcı oluyor.
Film, tıpkı başladığı gibi sade ve içe dönük bir şekilde tamamlanıyor. Quennié’ye ulaşan Harold, kendisine de ulaşmış oluyor ve içinde yaşadığı tüm hesaplaşmalar da burada sona eriyor. Kendisini ve yaşananları kabullenen Harold, basit bir yürüyüşle aslında insanın kendisini ve hayatı nasıl yeniden anlamlandırabildiğini izleyiciye gösteriyor. Tam da bu noktada film, hayatta yaşadıklarımızla ve yaşayamadıklarımızla baş etmenin ne denli zor olduğunu anlamaya yönelik bir deneyim sunuyor. Harold’ın yolculuğu, insana umut etmenin bazen hiçbir şeye sahip olmadan da mümkün olabileceğini ve her adımın da yaşamak için bir nedenin hâlâ var olduğuna dair bir kanıt olduğunu hatırlatıyor. The Unlikely Pilgrimage of Harold Fry, insanın kaybettikleriyle barışmasını, geçmişle hesaplaşmasını ve umudu yeniden bulmasını gerçekçi bir anlatımla aktarıyor.
Yönetmen Hettie Macdonald’ın, filmde basit gibi görünen bir hikâyeyi duygusal ve psikolojik olarak anlatma konusunda oldukça başarılı bir iş çıkardığı görülüyor. Dinginlik ve sessizlik içinde ilerleyen film, bu anlamda Macdonald’ın önceki televizyon işlerinden daha şiirsel bir anlatım tarzı sunuyor ve hem anlatımıyla hem de görselliğiyle aynı sadeliğe sahip olan film, izleyicide bir tür dinlendirici bir atmosfer oluşturuyor.























