Televizyon için yazdığı uzun soluklu serilerden tanıdığımız Deniz Akçay geçtiğimiz yazın sonunda ilk filmini çekti. İlk film haberlerinin, bu hayatta alınabilecek en güzel haberlerden olduğunu düşündüğümüzden kapısını tıklattık. Bizi kırmadı sağ olsun. Onunla hem yazdığı hem yönettiği filmi Köksüz’den, ilk filmlerden, sinemadan ve biraz da her şeyden bahsettiğimiz samimi röportajımızı büyük bir zevkle paylaşıyoruz. Okurken bizim kadar heyecan duymanız dileğiyle!
Tuğçe Güleç: Köksüz, senin ilk filmin. Hangi insanların, nasıl muhitlerin öyküsü bu anlatmakta olduğun?
Deniz Akçay: Köksüz, temelde babasını kaybetmiş bir ailenin, bu kayıp üzerine oluşan o derin oyuğu beceriksizce kapatma çabası. Beceriksizce diyorum zira yapabildikleri tek şey bu durumu ‘normalleştirmeye’ çalışmak. Üzerine konuşmadan, içindekini kusmadan… Oysa ölüm, bizim hayatımızdaki en anormal normaldir. Hayat ‘hep böyle devam edecekmişçesine’ devinirken bir sabah bambaşka bir role uyanırsın. Bütün ezberin değişir ve bir ailenin külliyen ezber değiştirmesi kolay göğüslenecek bir süreç değildir. Hele ki o ezber nesillere dayanıyorsa.
Köksüz’de anlattığım ailenin annesi Nurcan, annesinden, ihtimal o da annesinden kendi sınırlarını evin içinde çizmeyi öğrenmiştir. Kocası -ve artık aslında neredeyse kendisinin de babası olmuştur- resimden çekilince, Nurcan’ın kendine aile içinden yeni bir koca seçmekten başka umarı yoktur. O da bu rol için en yakınını, büyük kızını bulur. Zaten anne kız ilişkileri, her ikisinin de taşıdığı cinsel kimlik dolayısıyla daha en başından ayrılmazcasına özürlüdür çoğu zaman. Denklemdeki görece denge unsuru ‘baba / koca’ çekilince, bu özür artık üstü örtülemez hale gelir ve aralarında gündelik tek tük cümlenin naifliğine sırtını vermiş ağır bir savaş başlar.
T.G: Televizyonda uzun soluklu diziler yazdığını biliyoruz. Yazdığın televizyon serilerinin uzun sürmesi, senin ulaşabildiğin pek çok seyirci olduğu anlamına da geliyor. Işler güçler yolundayken, nedir seni film yapmaya iten? Kim ya da kimler için bu film?
D.A: Televizyon kendi kurallarını dayatmada sınır tanımayan bir mecra. Aynı zamanda üretimin -ne olursa olsun devam ettiği, kepenk indirmeyen bir fabrika. Yine de televizyona bir drama hazırlarken kendimi karartmadan yol alırım. Var olmayan ülke hayali kurmadan ama kalıplarla oynamaktan da vazgeçmeden. İşte sinema tam da bu anların imdat çekici. Eğer hikaye anlatmaksa derdin, -ki sen de bunu iyi bilenlerdensin- ille var olmayan o ülkeyi hayallersin. Kısıtlanmadan, önüne servis edilen şablonlar olmadan, salt hissine sırtını dayayarak yol alabildiğin o özgür alanı. Burada bir parantez açıp özellikle bu topraklarda, handiyse imece usulü yapılmaya çalışılan sinemanın yönetmeni / yazarı zerrece sınırlamayan bir cennet vadisi olduğunu ima etmediğimi de belirtmek gerek. Yine de sinemanın kendi ritmine ahenk bir türkü tutturmana elvermesi, bir hikayeci olarak bana şunu muştuladı: ‘’Umudunu kaybetme!’’
T.G: Oyuncu seçiminden bahsedebilir miyiz? Bilinen oyuncularla daha evvel hiç görmediğimiz oyuncuların bir arada. Neye göre seçtin oyuncularını?
D.A: Köksüz‘ü yazmaya başladığımda, Feride henüz adı bile konmamış bir karakterken yüzü hep Ahu’nun yüzüydü. Bittiği zaman ilk okuyan, hayale ilk ortak olan, zor bir düşünce sürecinin ardından biraz da ağzımın içinden, çekinceyle verdiğim ‘ben çekiyorum’ haberi üzerine filme daha coşkuyla omuz veren de hep o oldu. Bu karşılıklılık açısından şanslı sayıyorum kendimi. Yine sette beni zorlayacak sahnelerin odağı Gülten karakteri için Mihriban Er incelikli bir özveriyle destek oldu filme. İlk oyunculuk deneyiminin beşiğindeki ergen oğlumuza öyle zarafetle rehberlik etti ki, sette elim çok kolaylaştı. Diğer şansım Lale Başar ve Savaş Alp Başar’ın, filmin diğer iki majör karakterinin, anne Nurcan ve oğul İlker’in gerçek hayatta da ana-oğul oluşuydu. Bu iki karakter için bildik arama süreçlerinden, mide kasılmalarından, kramplardan geçtim. Nihayet Lale Abla ve Alp’le anlaştığımda, aile kafamda oturmuş oldu. Oyuncu seçiminde özellikle üzerinde durduğum nokta, bilinen – bilinmeyen oyuncu ayrımından ziyade ailenin organik bağına ters düşmeyecek kararlar vermekti.
T.G: Gündelik hayat akarken, sen, haftalarca anlatmak istediğin hikayenin anlatıcısı olarak sete gittin, orda bir ritmin belirleyicisi ve orkestra şefi oldun. Kurgun olanı yaratma safhasında, birçok “reel/ rasyonel” koşula maruz kaldın. İnsanın kendi hikâyesini kurgulamak gücüne sahip olduğuna inananlardan olduğunu biliyorum. İki hikâyeyi eşzamanlı oluşturmak nasıldı? Neler hissettirdi yahut nasıl tümseklerle karşılaştırdı seni?
D.A: Bir senaryo yazarı olarak temelde benim yaptığım iş ‘ol’ demektir. İlgili onay süreçlerinden de geçtikten sonra yazdığım şey ‘olmuş’ halde karşıma gelir. Bunun handikapları olduğu kadar leziz bir konfor alanı da vardır. İzlediğin karşısında yazdığını daha da cilalayıp, olmayanlar hakkında uzun uzun yakınabilme hakkı mesela. Sete çıkmadan önce uzun ve detaylı bir ön hazırlık süreci geçirmeme, özellikle 2 ay boyunca gün aşırı / tam gün temposuyla her sahnenin oyunlarını oyuncuların da enfes özverisiyle çalışmış olmama rağmen setteki bileşenler karşısında çok zorlandığım anlar oldu. Eksiğini göre göre düzeltemediğim planlar. Kendimi dövmek yerine teslim olmayı, setin getirdiklerini olabilecek en verimli şekilde kullanmayı seçtim. Diğer türlüsü ilk fiLmin harcı değildi. Aylarca kağıt üzerinde idealize ettiğin bir hikaye var elinde. Fakat olanakların belirli. Çekim süren, bütçen vs. Bu noktada senin o olmayan ülkenin İzmir asfaltında bir yere toslamaması mümkün değil. O anlarda, Ahmet’in ön hazırlığa gömülmüşken yaptığı uyarı hep kafamın arkasında bir yerde, rehberlikteydi: ‘’Şimdi filmi dilediğin gibi toparla , her karesine hakim ol ki sete çıktığımızda olabildiğince dağıtabilesin, daha sonra kurguda tekrar toplayacaksın.’’ Aşağı yukarı böyle işledi süreç.
T.G: Evet, bu bir ilk film. İlk filmler beni müthiş heyecanlandırıyor. En çok bundan söz etmeni istiyorum. Henüz “stilini oluşturacak kadar tecrübe sahibi olmadığın” bir işi yaparken, üstelik bu iş hem öz hem biçim konusunda ciddi bir birikim gerektirirken, el yordamıyla bulduğun, bulamadığın, bulup heybene koyduğun yahut yaptıktan sonra pek de hoşlanmadığın şeylerden bahseder misin bize biraz? yüzme bilip, denizi hep görüp ama hiç yüzmemiş olanın denize atlayıvermesi gibi bu çünkü. Boğulacak gibi oldun mu?
D.A: İlk filmler tam da bahsettiğin üzere, el yordamıyla yol tayin etmeye çalıştığın karanlık labirentler gibi. Boğulacak gibi olmadıysam da pek mühimsediğim sahnelerin sabahlarında mesela, korkudan yataktan kalkmak istemediğim oldu. Az önce bahsettiğim gibi anlar yaşadığım da. Olmadığını görüp hissedip velâkin ne yaparsam yapayım değiştiremeyip teslim olduğum anlar. Sevdiğim bir sinefil arkadaşımın sözü kulağımda, ‘herkes ilk filminde Citizen Kane yapmak istiyor ama işte bir tane Orson Welles var.’ Gerçi bunun devamında Orson Welles’in bir röportajında etmiş olduğu pek sevdiğim açıklamasını anmak gerekir, ‘ilk filmimde zirveye çıktığım doğru, o günden bu yana kariyerimde zirveyle zemin arasındaki yolu tamamlıyorum’ minvalli bir açıklama idi. Sanıyorum o aralığa ille ihtiyaç var. Sete çıkana kadar cephaneliğimi olduğunca istifleme arzusundaydım, aşık olduğum filmler, başucu romanlarım, beni an’dan alan ya da an’a mıhlayan müzisyenler, uzaklarda bir başıma karaladıklarım, gördüklerim, kadınlar, erkekler, hikayeler, hikayeler… Fakat sette hepsi silindi, tek bir şeye ihtiyaç duydum, hislerim.
T.G: Filminin son hâli, senin hayal ettiğinle denk mi?
D.A: Ahahah. Pek şakacı, pek latifsiniz azizem. Ama diyebilirim ki, bir duygunun peşindeydim bu filme soyunurken ve sanıyorum o duygu elle tutulur bir anlatıma dönüştü. Filmin her aşaması, hayallemenin bitmediği bir yolculuğa çıkarıyor yönetmeni. Yazarken hayalim başkaydı, çekerken dönüştü, kurguda bambaşkaydı. Hepsine denk bir görsel var mı, inan bilmiyorum.
T.G: İlk filmini bitirmiş bir yönetmenin o “sonrası” hissi sende nasıl cereyan etti? “Yönetmen yalnızlığı” tiyatro oyunlarının ilk gösteri gecesinden sonra, tiyatro yönetmenlerini bile vurur. Böyle söylenir. Sen ne dersin, “yönetmen yalnızlığı”na?
D.A: Ağır bir hadise olduğunu söyleyebilirim. 8 aylık bir kızım var: Çiçek. Çiçekkız, geçtiğimiz yaz tam da filmin ön hazırlığının içine doğdu. Hemen arkasından da o 4 aylıkken sete çıktık. Ne olduğunu anlayamadan iki doğum birden yapmış oldum. Kurgu bitip kendime kaldığımda , Post Partum depresyonla leziz bir işbirliğine giren , senin ‘yönetmen yalnızlığı’ diye adlandırdığın , bendeki tezahürü ‘şimdi ne olacak?’şaşkınlığıyla anlatılabilecek süreç canıma okudu. ‘Köksüz’ yazımı, projelendirilmesi, teknik hazırlıkları ile 3 senedir hayatımın en kırılgan hayali. Bitirip çalışma odama çekildiğimde derin bir boşluk hissiyle boğuşmak zorunda kaldım.
T.G: Türkiye’de yapılan sinemayı, devinen sinema camiasını ve sinema platformlarını nasıl buluyorsun ? İnternet üzerinden dönen bilgi akışını, sinema sayfalarını, yazılıp çizilenleri takip ediyor musun? Mesela Fil’m Hafızası’nı okuyor musun?
D.A: Seni 5 yaş yaşlandıracak kadar üzerine konuşabileceğim, dilin zembereğini boşaltacak genellikte bir soru. Daha geniş mecralarda tartışmak üzere es geçeyim. İnternette pek çok sayfa ve blog takip ediyorum. Fil’m Hafızası da buna dahil. Film okumalarını hep çok sevdim. Ama özellikle haz aldığım nokta, festivaller dışında kıyı köşede gözden kaçırabileceğim pek çok taze yönetmenden eli –iyi ki de ve hayli lezzetle- kalem tutan sinefiller sayesinde haberdar olmak.
T.G: Bir sinefil olarak listende en başta duran “ilk film”i sormak istiyorum sana…
D.A: Listeler beni hep irkiltiyor. Devingen mahluklarız. Her günümüz başka. Her güne bir liste yapmak mümkün. Elbette , -klişe olacak ama klişeler her zaman öcü değildir diyerek devam edelim- Citizen Kane’den bahsetmeye teşneyim. En hayranlık duyduğum ilk film olmamakla birlikte Köksüz’den sonra, Sofia Coppola’nın Virgin Suicides’ı da daha bir yakınıma düştü.
T.G: Yurt içi ve yurt dışındaki festivallerle ilgili bir tasarrufun var mı? Hayal ettiğin bir şey? Ya da bizlere müjdeleyebileceğin bir gelişme?
D.A: İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’ya seçildik. Birlikte ne yönetmenler tanıdığımız, ne hikayeler keşfettiğimiz Atlas Sineması’nda şimdi Köksüz oynayacak. Bu bile içimi titreten hayal tezahürlerinden biri. Bundan sonrasında yol bizi nereye götürürse.
T.G: Peki, ya sonra? Şimdi neleri plânlıyorsun? Filmi görücüye çıkarmanın geri dönüşlerini henüz almadın, o duygulanımı yaşamadın biliyorum, ama film yapmayı sürdürmek istiyor musun? Yoksa bu “oluşuna bırakmayı” tercih ettiğin bir şey mi olacak?
D.A: İnanın bu soruya yanıt vermek benim için çok erken.
T.G: Köksüz, bir film değil de bir şarkı olsaydı, senin zaviyenden bakıldığında, hangisi olurdu?
D.A: Bu minval karşılaştırmalardan hep imtina ederim. Fakat filmi çekerken, bazı günler neredeyse her set arasında kulaklığımda Wim Mertens – The Fosse vardı. Köksüz şarkı olsa bu olmazdı belki ama fonunda süreğen bir melodi dönseydi, sanıyorum bu olurdu.
T.G: Benim sormayı atladığım, ama senin bahsetmeyi dilediğin bir şey var mı? Röportajımız demokratik koşullarla son bulsun.
D.A: Pek de güzel olurdu lakin afili kapanış cümlelerinin insanı değilim. Röportajın tamamında ışık görmüş tavşan gibiliğim elvermiştir sanıyorum.