Timbuktu (Yön: Abderrahman Sissako, 2014)
“Kendisini imana adayan, silah değil aklını kullanır.”
2012 yılında Mali’nin kuzeyindeki Timbuktu kentinde faşist bir grup tarafından şeriat ilan edildi. Kentteki tüm kadınlar peçe takacak, hırsızların eli kesilecek, zina yapanlar taşlanarak öldürülecekti. Şarkı söylemek, sigara içmek, futbol oynamak, bir kadın olarak çorapsız ve eldivensiz gezmek yasaktı artık. “Cihat yapacağız!” nidalarıyla kentte terör estiren özgürlük karşıtı radikal grup, sokaklarda günden güne şiddetlenen kanunları anonslar yaparak dikte ederken, bu durum Afrikalı yönetmen Abderrahman Sissako’nun kanını dondurdu ve Timbuktu‘yu çekerek yaşanan vahşeti anlatma ihtiyacı hissetti.
Doğu’nun egzotik atmosferini, sarıya kaçan renklerle, nehirlerle, çöllerle, taş evlerle ve toprak yollarla, her zamanki şiirsel anlatımına dahil ederek çizen Sissako, şeriatla birlikte gelen insanlık dışı yasaları, belgeselci bir üslupla ve gerçek karakterlerle beyazperdeye taşıdı. Bunu yaparken ne sinemasal tattan ödün verdi ne de didaktik unsurlara kaydı. Kidane adlı bir çobanı ve ailesini, kentin kaosundan uzakta bir çölde yaşayan, birbirlerini seven, güzel günlerin geleceğine inanan, mutlu, umutlu bireyler olarak filmin merkezine yerleştirerek onlara makûs bir kader çizdi. Bir ceylanın koşma planıyla açılan film, aynı plana filmin sonunda da yer vererek, şeriatın özündeki “Öldürme,koştur!” faşizan nüvesini tokat gibi suratımıza çarptı ve Timbuktu’nun her sabah aynı kum fırtınasına gözleri açmaya devam ettiğinin altını çizdi.
Fehér Isten (Beyaz Tanrı, Yön: Kornél Mundruczó, 2014)
Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun son filmi Beyaz Tanrı, ilk bakışta bir kız çocuğu ile köpeği arasındaki güçlü dostluğu ve bağlılığı anlatan bir film gibi gözükse de, bu sevimli konunun altında çok daha güçlü ve dertli anlam katmanları barındırıyor. Film, 2010 yılında Macaristan’da iktidara gelen ırkçı Fidesz Partisi’yle birlikte yükselişe geçen aşırı sağcı politik söylemlerin, diktatörlüğe doğru kayan rejimi belgeleyen 2012 anayasasının sathilikten uzak eleştirisini, hikâyeyi farklı bir uzamda kurarak gerçekleştiriyor. Hükümet yerine insanları, köpekleri birbirlerine karşı kışkırtan simsarları koyan yönetmen, aslında kâr savaşlarına da gönderme yapıyor. Macaristan’da sürekli hor görülen, bulundukları bölgeden gönderilmeye çalışılan, işsizlik ve buna bağlı olarak yaşanan problemlerden sorumlu tutulan Roman azınlıklar yerine ise sıradanlıktan tiksinen bir bakış açısıyla, filmin ana kahramanı, melez köpek Hagen’i yerleştiriyor. Zira filmde de Hagen’i kimse evinde istemiyor, yeni çıkan kanunla birlikte melez köpeklerin toplanması emrediliyor.
Görece özgür köpekler ayaklanıyorlar ve ırkçı, faşist, baskıcı iktidarı yenerek kentte bir kaos ortamı yaratıyorlar. Şiddet, şiddeti doğuruyor. Ama yönetmenin asıl derdi, “kötü olan her şeyin sevgimize muhtaç oluşu.” Filmin başından itibaren bir köpekle özdeşleşerek, Hagen’in, satılan, kovulan, alıkonulan, çoğu öldürülen azınlıkların intikamını, tüm diktatör mekanizmalardan almasını istiyoruz.
Dilan Salkaya