Olaylarla başlayan bir kurgu düzeninde hâkimiyeti, mekânların alışı, Stephen King kaleminden çıkan uyarlamaların kuşkusuz en önemli imzasıdır. Diğer yapımlarına nispeten daha ağır tempoda ilerleyen 1922 (2017) de bunu gittikçe yoğunlaşan bir etkiyle anlatır. Bu anlamda yapım, bir olay filmi değil, süreç filmidir.
1900’lerin Amerika’sında geçen filmde geçimini çiftçilikle sağlayan ve kendini bu işe adayan Wilfred James (Thomas Jane), şehirde yetişmiş ve modern hayat standartlarına dönmek isteyen karısı Arlette (Molly Parker) ile çatışmaktadır. Evlilikleri bu nedenle gitgide kötü bir hâl alan çift, boşanmanın eşiğine geldiği sırada Wilfred, oğlu Henry (Dylan Schmid) ile işbirliği yaparak duruma farklı bir çözüm getirir: Büyük bir soğukkanlılıkla Arlette’i ortadan kaldırırlar. Ne ki bu cinayetin yalnızca vicdani boyutu yoktur; yaşadıkları topraklar, yavaş yavaş metafizik olaylarla kendi dilini konuşmaya başlar. Paranormal durumlar, gizemli sorular, ifşa edilme korkusu, gerilimi gittikçe artırırken kaderin çemberi de zarları eline almıştır artık. Wilfred’in hırsla peşine düştüğü toprak, çevresindeki her şeyi içine katıp adeta bir mezar hâline gelecek, üstlerini de yine aynı toprakla örtecektir. Eko-kritik çevrelerce oldukça ilgi gören film, insan-insan çatışmasının cephelerini genişleterek insan ile doğa arasındaki evrensel savaşı da anlatır böylece.
Hikâye anlatıcılığının postmodern teoremlerinden de izler bulabileceğimiz 1992, sonunu hem noktalamayı başarmış hem de bir o kadar soru işareti ve gizemle bırakmıştır. Bu özelliğiyle de yönetmen koltuğunda Zack Hiltich, Stephen King tutkunlarının beklentilerini fazlasıyla karşılayacak, ancak daha “yavaş soluklu” bir yapım ortaya koymuştur.