23.Uluslararası Adana Film Festivali, yaptığı görkemli ödül töreniyle son buldu. Akıllarda ise iyisiyle kötüsüyle bütün hafta boyunca konuşulan filmler kaldı. Kâh Türk Sineması’nın geldiği durumu eleştirdik, kâh anlatısıyla hayran bırakan filmleri methettik. Genel hatlarıyla baktığımızda ise Adana, doğru organize olmuş, konuklarını sonuna kadar el üstünde tutan işleyişle hafızalarda güzel anılar bıraktı.
Yerli filmler seçkisinin dışında, Türkiye prömiyerlerini yapan birçok yabancı filmin de gösterildiği Adana Film Festivali, esasen sinemaya neden âşık olduğumuzu bize bir kez daha hatırlattı. Filmden filme koştuğumuz, sinemaya gönülden bağlı insanlarla sohbet etme şansı yakaladığımız festival, seçkisiyle de hafta boyunca şahane bir resital sundu.
Yerli yapımlar içerisinde öne çıkan filmler; hak ettikleri gibi ödülü kucaklayan Koca Dünya (2016), Babamın Kanatları (2016), Albüm (2016), Rüya (2016) ve Ağustos Böcekleri ve Karıncalar (2016) oldu. Filmlere küçük çaplı bir bakış attığımızda ise En İyi Film ödülünü kazanan Koca Dünya’nın, bunu sonuna kadar hak ettiğini görüyoruz. Özellikle görüntü yönetmeni Florent Herry’nin bu noktada hakkını vermek gerekir. Başından sonuna dek sinematografisiyle kendine hayran bırakan film, Reha Erdem’in eşsiz anlatısıyla birleştiğinde adeta tadından yenmeyecek bir hâl alıyor. Reha Erdem sinemasından alıştığımız aksiyonsuz, şiirsel anlatımın bir kez daha karşımıza geldiği Koca Dünya, etkisinden uzun süre çıkılmayacak kadar çarpıcı ve dokunaklı bir film.
Festivalin ödül avcısı Babamın Kanatları ise iddialı bir tabirle Yılmaz Güney sinemasının günümüze yansıyış biçimi. Sistemi eleştiren, işçi sınıfının haklarını savunan, taşeronlaşmaya karşı safını belli eden omurgalı bir film. Duru anlatımının yanı sıra, asla ajite etmeyen havası ise filmin seyir zevkini oldukça yukarılara taşıyor. Kıvanç Sezer’in yönetmen koltuğunda oturduğu Babamın Kanatları’nın bir ilk film olduğunu göz önüne aldığımızda, bu duru anlatım daha da değerli bir hâl alıyor. Film, ilk kez kamera ardına geçecek yönetmen adaylarına yol gösterici olacak kadar kıymetli.
Gelelim festivalin en büyük artısı olan Albüm’e. Mehmet Can Mertoğlu’nun, yönetmenliğini yaptığı film, festivallerden uzun yıllardır “dışlanan” komedi türünün farklı bir örneği. Muhafazakâr orta sınıf bir aile üzerinden gelişen olaylar silsilesi, Türk aile yapısından topal ilerleyen bürokrasi sistemine kadar uzanan doğru bir eleştiriye sahip. Bunu kendine has bir kara mizah çerçevesi içerisinde yapan film, bir yandan imgesel anlatımıyla üzerine okumalar yaptırırken, diğer taraftan da güldürmeyi başarıyor. Albüm’ün En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödülü gibi değerli ödülleri kucaklaması ise festivallerimiz için oldukça önemli. Tek tipleşen, kasvete boğulan sinemamızda bu tarz filmler ödülle taçlandırılırsa, belki “festival filmi” matematiği de bir nebze olsun değişebilir.
Usta yönetmen Derviş Zaim’in Rüya’sı ise festivalin ilgi çeken bir diğer filmi.Türk mitlerinden yola çıkarak filmler çeken Zaim, bu sefer mimariyi odak noktasına alarak rüyadan rüyaya dolaşılan yerli Inception’ın (2010) altına imzasını atıyor. Her filminde farklı bir anlatım tarzı denemeye çalışan yönetmen, bir kez daha Türk sineması için oldukça özgün bir işle karşımıza çıkıyor. Filmin kurgusundaki işleyiş, senaryonun spesifikliği, Rüya’yı festivalin iyilerinden biri olarak nitelendirmemize olanak sağlıyor.
Benim için festivalin ilgi çekici filmlerinden birisi ise Erhan Tuncer’in yönettiği Ağustos Böcekleri ve Karıncalar oldu. İzleyen birçok insanın aksine oldukça beğendiğim bu film, iyi bir gözlem ve analizin ürünü. Kendi içerisinde bazı eksikleri olsa da, bir ilk film olarak ayakları yere oldukça sağlam basıyor. Diyalog ağırlıklı olan film, özellikle Erdem Akakçe’nin harikulade performansıyla öne çıkan, festivalin eli yüzü düzgün yapımlarından bir tanesi.
Madem iyilerden bahsettik, kötülerden söz etmezsek olmaz. Festival içerisinde en çok konuşulan ve izleyen büyük bir çoğunluğun yerden yere vurduğu dört film mevcut. Dar Elbise, Geçmiş, Tarla ve Mehmet Salih.
Bu filmler içerisinde en hafif şeyleri söyleyebileceğimiz yapım, Mehmet Salih. Bunun sebebi ise iyi niyetle başlayıp, oldukça düşük bir bütçeyle çekilmiş olması. Adana’da çekilen bir film olarak festivalde yer alan Mehmet Salih, gerek maddi imkânsızlıklarıyla, gerekse yönetmenin tecrübesizliğiyle maalesef olmamış bir film. Ancak yine de yönetmeni böylesine cesur bir işe kalkıştığı için tebrik etmek gerekir. Varsın bu film olmasın ama üretmekten de vazgeçmesin.
Geçmiş ve Tarla’yı ise beraber ele almakta yarar var. Neredeyse hiçbir şey anlatmayan, uzaklara bakıp, yalnızca sigara içen karakterlerin yer aldığı bu iki yapım; sinemamızı zedeleyen, klişe ve derdi olmayan iki film. Tarla, Serkan Ercan’ın, Geçmiş ise Bülent Emin Yarar gibi iki değerli oyuncunun üstüne kurulmuş filmler. “Onlar uzaklara baksın, dertli dertli düşünsün” mottosunu yansıtan bu filmler yalnızca küçük birer Nuri Bilge Ceylan kopyası olmaktan öteye gidemiyor. Nitekim bu iki film oynarken salondan sıkça yükselen “offf” sesleri de aslında sinema izleyicisinin artık bu tarz filmlere tepkili olduğunun bir göstergesi.
Gelelim festivalin en çok konuşulanı Dar Elbise’ye. Irak doğumlu Hiner Saleem’in yönetmenliğini yaptığı film, Türkiye gerçeklerinden oldukça uzak, art niyetli bir iş. Bu hikâyeyi İran ya da Irak’ta çekemediği için Türkiye’de çektiğini söyleyen yönetmen, Türkiye’yi adeta büyük bir Ortadoğu çöplüğü olarak resmediyor. Aslında geçtiğimiz yıl Mustang (2015) için söylediklerimizin daha da ağırları bu yıl Dar Elbise için geçerli. Evet, Türkiye’de özgürlükler kısıtlanıyor, kadın cinayetleri maalesef had safhada; ancak Hiner Saleem’in anlattığı şekilde değil. Irak için yazılan bir hikâyeyi revize etmeden, gözlem yapmadan Türkiye’de, Türk oyuncularla çekmek sadece büyük bir art niyetin göstergesidir. Filmi her şeye rağmen iyi niyetli olarak düşünmeye çalışsak bile hikâyesi her bir dakikada elimizde kalıyor. Gerçekten oldukça uzak karakterler, mekânlar, Dar Elbise’yi festivalin açık ara en kötü filmi yapıyor. Adana’da başlayan eleştiriler şüphesiz vizyona girdikten sonra da artarak devam edecektir.
Festivalin Ulusal Uzun Metraj Yarışmasının dikkat çeken filmlerini bir çırpıda ele aldık. Ödül alan filmlere baktığımızda ise, birkaçı dışında tüm ödüllerin doğru adreslere gittiğini görüyoruz. En iyi Müzik ödülü Koca Dünya’nın, En İyi Kurgu’yu ise Rüya’nın hak ettiği görüşündeyim. Adana bu yıl en ilginç ödülünü ise Tarla’ya verdi. Açıkçası bu filmin nesini özel bulduklarını ben anlayamadım. Bu konuda takdir sizlerindir.
Yerli film seçkisi kadar, yabancı film seçkisine de değinmekte yarar var. Özellikle Cannes’da Altın Palmiye’yi kucaklayan Ken Loach’un I, Daniel Blake’i festivalin ilgi çeken filmlerinden bir tanesi. İşçi sınıfının sorunlarına eğilen, aktivist duruşuyla fark yaratan film, uzun yıllar üzerine konuşulacak duyarlı ve yalın bir iş.
Festivalin dikkat çeken yanlarından bir tanesi de yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan gibi bir ustayı, tüm hafta boyunca saygıyla anması oldu. Duruşuyla ve oyunculuğuyla her zaman için sinemamızın önemli bir figürü olan Tarık Akan’a hak ettiği değeri verdikleri için Adana’ya kendi adıma teşekkürlerimi iletiyorum.
Uzun lafın kısası bolca film izlediğimiz bir haftayı geride bıraktık. Bir festivalde kötü filmler kadar iyi filmler de varsa o festival seçki anlamında başarılıdır. Bu konuda Adana’yı takdir etmekte yarar var. Ancak organizasyonu sadece seçkisi için değil, saat gibi tıkır tıkır işleyen düzeni içinde kutlamak gerekir. Başından sonuna dek konuklarına özen gösteren festival komitesi sağlam bir alkışı hak ediyor. Böylesine güzel yapılan festivallerin artması dileğiyle.