“Burada ne işim var benim?”
Filmi izlerken hikâyenin ana karakteri olan Gary’nin düşüncelerini okuyabilseydik eğer, kuşkusuz defalarca duyardık bu cümleyi. 1970’lerin başı… Kuzey İrlanda, milliyetçi Katoliklerle Birleşik Krallık’tan yana tavır alan Protestanlar arasında yaşanan gerginliklerle çalkalanmaktadır. İngiliz ordusuna yeni katılan Gary hiç hesapta yokken kendini bir anda Belfast’ta bir ayaklanmanın ortasında bulur. IRA sempatizanlarının da içinde bulunduğu giderek büyüyen bu ayaklanmaya karşı koyamayan askerler beklenmedik bir şekilde geri çekilmek zorunda kalırlar. Gary ise farkında olmadan geride kalmıştır, artık hayatta kalabilmek için daha önce hayal bile edemeyeceği bir savaş vermek zorunda kalacaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse salona adımımı atarken beklentim, söz konusu politik meseleleri yüzeysel bir biçimde kendine arka plan olarak seçmiş başarılı bir aksiyon filmi izlemekti. Fakat daha ilk dakikalarından itibaren beklentimin çok üzerinde, gerek görsel gerekse metinsel olarak oldukça üst düzey bir filmle karşı karşıya olduğumu fark ettim.
Verdiği mesaj açısından bu filmin belki de en büyük başarısı, politik olarak iki tarafa da pirim vermeden siyasetin, savaşın ve tüm bunların arka planında yürütülen Bizans entrikalarının iç yüzünü zekice ve oldukça zarif bir şekilde oraya koyabilmesi olmuş. Özellikle filmin ortalarında ciddi bir şekilde yaralanmış olan Gary’e yardım eden, kendisi de eski bir asker olan Katolik bir babanın süregelen savaşa ve bu savaşta insanların nasıl kullanıldığına dair söyledikleri, tüm bu hikâyenin ana fikrini beklenmedik bir karakterin ağzından can alıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Tabii tüm bu fikirsel altyapı seyirciye nefes kesen bir aksiyon eşliğinde sunuluyor. Gecenin karanlığında patlayan bombalar, yanan sokaklar, kapalı kapılar ardında yapılan planlar, güçlerini kaybetmekten korkup kendi dava arkadaşlarına ihanet edenler, kaçanlar ve kovalayanlar; seyirciye âdeta yeryüzünde ifadesini bulmuş bir cehennemi anımsatırken, tarafı olmadığı bir kavganın ortasında kalmış Gary’nin bu cehennemden kendini kurtarma çabası filmin sonlarına doğru bizi adeta esir alıyor.
Görsel açıdan ise yönetmen Yann Demange, bu ilk uzun metraj denemesinde kendine has, minimal ama etkileyici bir dil oluşturmayı başarıyor bana kalırsa. Özellikle zaman zaman Dardenne Kardeşler’in belgeselimsi tarzını ve Alfonso Cuarón’un Children of Men’de (2006) yarattığı o etkileyici görsel dili anımsatan ve bu filmlerdeki hareketli ama bir o kadar da gerilimli kamera kullanımına benzer bir yöntemin tercih edilmiş olması filme ayrı bir enerji katıyor. Gerek yakın ve öznel planlarda, gerekse seyirciye klostrofobik bir his veren dar mekân çekimlerinde kullandığı geniş açılı lensler seyirciye çığrından çıkmış, parçalanmış, perspektifi bozulmuş bir dünya algısını oldukça başarılı şekilde yansıtıyor.
Bir yandan sürükleyici aksiyon kurgusu ve zarif görsel tarzıyla sonuna kadar seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başaran film, bir yandan da seyircisine hiç hafife alınmayacak bir mesaj veriyor: Sebebi ne olursa olsun, savaş herkesi zehirliyor. Sonunda haklısı da kalmıyor, kazananı da.