Her ne kadar tehlikeli bir ayrım olduğunu düşünsem de sinema eserleri arasında yapılan gişe filmleri – sanat/festival filmleri ya da arthouse filmler ayrımının giderek keskinleştiği bir gerçek. Sanatsal kaygı – maddi kaygı terazisinde kâr odaklı tarafın ağır bastığını kabul ettiğimiz filmler, bu bağlamda kendine ait belirli kalıplar oluşturdu. Özellikle Hollywood menşei filmler (elbette hepsi değil), kaçıncı dakikada senaryoda ne tür bir değişim yaşanacağından, karakterin finalde başladığı noktaya nasıl döneceğine kadar her şeyi matematiksel bir formüle oturttu. Ana akım sinema, filmi salt sanatsal bir üretimden çıkarıp, sanatsal yönünü gölgede bırakacak ölçüde endüstriyel müdahaleye bırakıyordu. Daha özgür, sanatsal yanı ağır basan bir alan olarak kabul edilen arthouse/bağımsız sinema ise ana akımın bu kalıplarını reddetmekteydi. Ancak zamanla, kaçınılmaz olarak, ana akım ile aynı sebeplere sahip olmasa da bağımsız sinema da kendine ait birtakım kalıplar yarattı.
Bulgar yönetmen Svetla Tsotsorkava’nın ilk filmi olan Thirst (2015), ana akıma göre daha görünmez çizgilere sahip olan bu kalıpları yoğun bir biçimde özümsemiş gibi gözüküyor. Gerek görsel açıdan, gerek senaryo açısından neredeyse klişeleşmiş “arthouse” unsurlarını kullanan film, eğer anlatmak istediği bir şey varsa bu noktada da zayıf kalınca, vasatın ötesine geçmeyi başaramıyor.
Açılış sahnesiyle birlikte engin yeşilliklerin arasından geçen bir yol yansıyor perdeye. Uzaklardan bir genç koşa koşa kameranın önüne kadar geliyor ve tahmin edilebileceği gibi kameranın önünde durup soluk soluğa bize bakıyor. Sahne gözünüzde eksiksiz canlandıysa, siz de başarılı bir arthouse film sevdalısısınız demektir. Zira aynı sahneyi başka kaç filmde görmüşüzdür sayamıyorum bile. Ardından film boyunca adeta bir arthouse klişesi olmuş “Tanrı’ya inanıyor musun?” sohbetleri, bastırılan cinsel dürtüler, Allah’ın bile unuttuğu köyde yalnızlık vb. unsurlardan kaçamıyoruz. Hâl böyle olunca Thirst, farklılık yaratma derdine girmeden, bir hafta içinde unutulacak bir film olarak kalıyor. Salondan çıkarken izlediğinize pişman olmuyorsunuz, ama izlediğiniz için heyecan duymuyorsunuz kısacası.
Filmi özetlemek gerekirse, bir dağın tepesinde, izole sayılabilecek bir hayat süren anne, baba ve on altı yaşındaki erkek çocuk, kuraklıkla boğuşmaya başlayınca bahçelerinden su çıkarabilecek yetenekli bir genç kadın ile babasının yardımına başvuruyor. Bahçede sondaj çalışmaları başladıktan sonra, hiçbiri kendine ait bir kimliğe sahip olamayan bu beş kişi arasındaki ilişkiler, odağında ergenlik çağındaki iki gencin olduğu bir huzursuzluğa dönüşüyor.
Film boyunca hiçbir karakterin geçmişini, kişiliğini derinlemesine öğrenemiyoruz; zira bir köpek dışında kimse bir isme bile sahip değil. İki defa kalp krizi geçirdiği için oğluna günde 4000 adım koşmayı mecburi kılan, evdeki eşyaları tamir etmek dışında hiçbir şeyi önemsemiyor gibi gözüken bir baba ve evin ekonomisini idare etmeyi üstlenmiş, bu yüzden kuraklığı gerçekten dert edinen bir annenin arasında, dünyayla temas kurmayı henüz bilmeyen bir çocuk. Toplumsallaşma imkânının hayli düşük olduğu bu tepeye yeni insanların gelişi, üstelik bunlardan biri kendi yaşlarında bir genç kadın olunca, ailenin bön bakışlı delikanlısı için bir fırsat oluyor.
İki gencin birbiri üzerinde otorite kurma çabaları zamanla çocukça kapışmalara ve kavgalara, oradan da beklenildiği gibi yakınlaşmaya dönüyor. Bu sırada filmin çarpıcı olmak için fazlasıyla zorlayan finaline de yavaş yavaş hazırlık yapılıyor; gençler öpüşüp barışıyor, bahçeden su çıkarmaya çalışan usta, vahşi gözlerle evin annesine saldırıyor.
Bahçeden su çıkarılmış, baba televizyonu tamir etmiş ve çocuklar birbirini sevmeye başlamışken kötü sonun bizi beklediğini hissediyoruz. Kızın babası, oğlanın annesine yaklaşınca, anne karşı koymuyor ve ihanet gerçekleşiyor. Final Destination serisinden feyz alınmış bir kazayla, oğlanın annesi ve kızın babası günahlarının bedelini öderken mağdur baba da kazada hayatını ilk kaybeden oluyor. Tarkovski’nin The Sacrifice’ını (1986) fazlasıyla andıran bir sahneyle kapanıyor film: Yönetmenin Tarkovski’ye gönderme yapmadığını umarak, sağanak yağmurun altında birbirlerine muhtaç kalan oğlan ve kızın sarılmalarını izliyoruz.
Sonuçta çok farklı yorumlar getirilebilecek, üzerine bol bol konuşulabilecek, izlerken keyif alınabilecek fakat iz bırakanlardan olamayacak bir film kalıyor zihnimizde.