En başta şunu söyleyeyim: Jeff Nichols’ın son işi Midnight Special (2016), ne tam bir ana-akım filmi ne de has bir bağımsız yapım. İkisinin arasında, kendine özgü bir yer açan ve bu yeri derinleştirip genişleten bir yapıda. O yüzden hem çok tanıdık hem de oldukça özgün. (Film, bir yandan 75′-85′ arası çekilen E.T. (1984) gibi aileye dönük fantastik bilim-kurgulara benziyor ama diğer yandan bunlarla hiçbir alakası yok. Abrams’ın Super 8‘i (2011) ile Proyas’ın Knowing‘i (2009) bu tarzın modern örnekleridir.) Tam da bu yüzden filmi oldukça sevenlerin yanında hiç beğenmeyenler de fazla olacaktır.
Midnight Special, kaçırılan bir çocuk hikâyesi olarak başlıyor. Lakin çocuğu, yani Alton’u kaçıranlar öz babası Roy ile onun kankası Lucas! Üstelik Alton Amishler’e benzeyen bir tarikattan kaçırılıyor! Kaçırılma olayını direkt FBI ve Ulusal Güvenlik Teşkilatı ele alıyor çünkü Alton, ülkenin çok gizli sırlarını -nasıl olduğu belirsiz bir şekilde- biliyor! Son olarak Alton krize girince gözlerinden ışın çıkıyor! Böylece önde Alton, Roy ile Lucas; arkada hem mesihlerine tekrar sahip olmak isteyen tarikat müritleri hem de koca bir devlet, kovalamaca başlıyor…
Jeff Nichols’ın ikinci filmi Take Shelter‘ı (2011) izleyenler; filmin öncesindeki soruların açıklanmayışına, tekinsiz atmosfere ve saf duygulardan oluşan bir film izleme deneyimine aşinadırlar. Midnight Special‘ın, Take Shelter ile bir sürü ortak özelliği bulunsa da ana farkı konusu gereği ölçeği. Sonuçta bir bilim-kurgu filmi olduğundan görsel efektlere başvuran -ki efektleri şaşaalı olmasa da oldukça gerçekçi- bir yapım olarak ölçeği de, yapısı da, hedef kitlesi de daha büyük. Take Shelter, bir adamın gerçek olup olmadığı belirsiz olan sanrılarını anlatıyordu ve tek bir ev içinde geçip sadece adam, karısı ile çocuğu üzerinden derdini aktarıyordu. Bu yüzden de oldukça derli topluydu, çok risk almadığından -ve Nichols sayesinde-sonuca da rahat ulaşıyordu. Midnight Special ise her bakımdan daha büyük bir anlatıya, tabii bunun getirdiği handikaplara da sahip. Bir kere ana-akıma alışkın izleyicinin hiç sevmediği bir özelliği var: Filmden öncesi umrunda değil! “Alton nasıl böyle oldu?”, “Anne-baba neden çocuktan ayrı?”, “FBI Alton’u nasıl öğrendi?” gibi soruları cevapsız bırakıyor. Nichols’un tek derdi, hikâye süresince istediği duyguların seyirciye geçmesi. Fakat karakterleri derinleştirmemesinin ve bunun getirdiği eylemlerin, filmi zaman zaman baltaladığı ve anlatının büyüklüğünden bunun göze battığı da bir gerçek. Çünkü karakterlerin atmosfere uygun aldığı bazı kararlar, filmin hikâyesi içinde bile havada kalıyor. Sanki Nichols ilk stüdyo filmini çekmenin kararsızlığını yaşıyor ve kafasındaki gelgitleri biz fiziksel olarak da görebiliyoruz. Bu durum da içinizde bir olmamışlık hissi uyandırıyor.
Salondan çıkarken filmi değerlendiremememin sebebi de buydu. Film bir açıdan yetersiz. Senaryonun bazı kısımları havada, ana karakter bile derinleşemiyor ki 6-7 tane önemli karaktere sahip bir film, bazı sahneler neredeyse amatörce denecek kadar basit geçiştirilmiş. Bunların karşısında şu önemli özellikleri barındırıyor: Kendisine has bir atmosfer kuruyor ve ona bir kez bile ihanet etmiyor, görüntü yönetimi ile müzikler filme çok iyi hizmet ediyor, oyunculuklar çok başarılı. Özellikle Fargo‘nun (dizi) ikinci sezonundakine benzer bir şekilde, alıştığımız kentli ve entelektüel sarışın rolünün aksine, kırsaldaki alelade bir kadını oynayan Kirsten Dunst’e dikkat çekmek lazım.
Son tahlilde yılın en acayip filmlerinden biri var karşımızda. Beğenilsin ya da beğenilmesin, belli bir çevrede çok konuşulacağı kesin. Hatta gelecekte küçük çaplı bir külte bile dönüşebilir. Sırf bu geyiklerden geri kalmamak adına bile izlenebilir.