59. Antalya Altın Portakal Film Festivali ivmenelerek artan temposuyla sürüyor. İlk günkü hayal kırıklıkları ise yerini tebessümlere, kahkahalara ve ayakta alkışlamalara bıramış gibi görünüyor. Tüm bu etkileşimler ise bir kez daha bizlere kollektif sinema deneyimlerinin ne kadar büyük ve tuhaf hissiyatlar olduğunu hatırlattı. Yüzlerce kişi ile aynı anda kocaman bir salonda gülmek, üzülmek ve hatta sıkılmak… Yanlışıkla filmin başrol oyuncusunun ayağına basmak, yer bulamayınca protokle oturup sırıtmamaya çalışmak, pek de sevmediğin bir filmi seyircinin gazına gelip ayakta alkışlamak… Filmlerin niteliğinin ötesinde hep beraber olmak… Sanırım film festivalleri ya da benzer bütün organizasyonların aslında ana gayesi de bu, buluşmalar yaratmak. Sinemacılar da festival boyunca hep buna işaret ettiler konuşmalarında. Ödüller kabul edilirken, filmler sunulurken, basınla buluşurken sürekli bu vurgulandı, üstelik şu anda beraber olamadıklarımızla da en kısa sürede olmamız gerektiğini dileyerek. Çiğdem Mater ve Mine Özderen’e parmaklıların diğer tarafından selamlar gönderildi, onların adına salona iki adet beyaz sandalye kondu. İkisi de her filmde orada bizimleydiler, hepimizden çok film gördüler. Günün iki filminde de konuşmalar onlara dönük yapıldı. Antalya’da bu süreçte yapılan her şey belki de bu dokunuşlarla anlam kazandı.
Kurak Günler
Emin Alper’in 2022 Cannes Film Festivali’nin Un certain regard (Belirli Bir Bakış) bölümünde yarışan ve duyurulduğu günden itibaren merakla beklenen filmi Kurak Günler‘in Türkiye prömiyeri Antalya’da gerçekleşti. Yoğun bir katılımın gösterildiği filmde kocaman Aspendos salonu hınca hınç doldu, nefesler tutuldu, siyah üstüne kahverengi fontuyla film başladı. Yanıklar kasabasına yeni tayin olmuş çiçeği burnunda bir savcı olan Emre’nin kasabada yaşadıklarını bölümler halinde seyirciye sunuyor film. Her noktasıyla kirlenmiş bir politik yapının içinde henüz bir tarafa çekilmemiş, paklığını kaybetmemiş ve bunların getirdiği toylukla birlikte var olan Emre, filmde de sürekli altının çizildiği şekilde bu “küçük yer”in tüm yabaniliğinin ortasına tepeden düşen bir ceylan olarak buluyor kendini. Başta belediye başkanı Selim Bey olmak üzere kasaba eşrafı tarafından büyük bir saygıyla karşılansa da filmin en yüzeydeki çatışmasını oluşturan bir olayın sonunda beklenen her kırılma sırasıyla gerçekleşiyor. Gündelik bürokratik deneyimlerimizin neredeyse hepsinin bir yansımasının karşımıza çıktığı, yeni Türkiye’ye ait kodların incelikle hayat buluduğu olaylar silsilesi Emre’yi gittikçe daralan bir çemberin ortasına alır. Gerçek iktıdarın erk olarak aşık attığı kasabada yaklaşan seçimler ve halkın su sorunu fitili ateşleyen ana unsurlar oluyor. Bu tehlikeli oyunun ortasındaki genç savcı ise kasabanın farklı birimleriyle farklı ilişkiler kurarak bir taraftan bazı kronik problemlere idealist çözümler üretmeye çalışırken bir taraftan da hayatta kalmaya çalışıyor. Bu varolma mücadelesi onu Murat isimli yerel bir gazeteciye yaklaştırırken kendi hafızasına tutunmaya çalışan Emre halisülasyonların, farelerin ve su bidonlarının ortasında buluyor kendini.
Kurak Günler dertlerini haykırırken gerilimi elden bırakmadan, her noktası dikkatlice örülmüş anlatısına son yılların en keskin sinema dilini de eşlik ettirerek iki saate aşkın süresi boyunca seyircisini bir an olsun düşürmeden sürekli tetikte tutuyor. Kurgusunu da ana karakter ile seyircinin özdeşliğini pekiştirecek bir biçimde sunan Alper, Türkiye sinemasının genel seyirciye de bu denli yakından temas edebilecek az sayıda filminden birini yapmış gibi görünüyor. Filmin teknik anlamda ise sinemamızın zirve noktalarından biri olduğunu rahatlıkla söylebiliriz. Emin Alper’in kamerası karakterin psikolojisini rota olarak seçerken her mizansene birden çok katman yüklüyor. Belki de en önemlisi hiçbir noktada kendinin bu denli farkına varıp kamerasını bir fotoğraf makinasına dönüştürmüyor, iyi görüneni değil anlatıya hizmet edeni kovalıyor. Metin olarak da izlediğimiz en ihtişamlı filmlerden kurak günler. Her detayın ne kadar büyük bir incelikle inşa edildiğini filmin henüz başında hissediyorusunuz. Alelade tek bir an, geçiştirilmiş tek bir diyalog duymuyorsunuz. Hatta Emin Alper sanki her bir seyirciyi filmine dahil etmek için direksiyonunu büyük bir ustalıkla kıvırıyor. Kimi zaman ucuz sayılabilecek bir mizahın peşine düşüyor, kimi zaman küçücük bakışlarla büyük alegoriler kuruyor. Kasabayı bütün bileşenleriyle toplumsal hafızamızı da tetikleyecek bir biçimde kuran yönetmen hiçbir noktada çıplak gerçeklik batağına düşmüyor, dertlerini kendine özgü bir dili kullanarak yer yer fantazyanın destekleriyle de dillendirebiliyor. Selahattin Paşalı’dan yan hikayelerin yan karakterlerine neredeyse her oyuncunun vurucu fakat yerinde performansları da bu anlatının içinden çıkınılmaz bir hal almasının da en büyük destekçileri oluyor.
Filmin çıkışında insanlarda yarattığı etkiye bile bakarak sinemamızda ne kadar büyük bir hacmi kaplayacağını şimdiden ön görebileceğimiz Kurak Günler‘e ve Emin Alper sinemasına dair takıldığım birkaç noktayı da dillendirmek isterim. Daha önce birkaç kere altını çizdiğim gibi film her yönüyle düşünülmüş, iyi hesaplanmış ve tasarlanmış bir anlatı sunuyor. Bu durum kulağa olumlu bir eleştiri gibi gelse de filmin benim nezdimde tam olarak bir başapıt olamayacak olmasının temel sebebi de bu aslında. Her noktasının en ufak detayına kadar tasarlandığı, işin matematiğinin senaryo düzeyinde detaylıca kurulduğu ve teknik olarak mükemmeliyetçi bir çizgiyi takip eden bir sinemanın ister istemez mekanikliği de beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Üstelik çarpık bir sistemi perdeye aktarırken bu denli sistematik bir yol izlemek kuramsal bir noktadan tezat oluşturuyor kanımca. Her şeyin bu denli tıkırında ilerlemesi filmi henüz izlerken istemsiz ve içgüdüsel hayranlığı beraberinde getirse film hiçbir noktada bunun dışına çıkacak riskler almıyor. Senaryodan kurulmuş her aks önceden düşünüldüğü gibi bir zanaatkar edasıyla işliyor. Film bunları yaparken tabii ki de vuruculuğundan bir şey kabetmiyor fakat bunu daha çok seyircinin düşünme pratiğine yatırım yaparak başarıyor. Açık alegoriler, metaforlar ve semboller sebebiyle filmdeki unsurlar his yaratmaktan çok bir cümleye, tanıma karşılık geliyor. Ritminin bu kadar ayarlanmış ve aksamadan sunulması da her şeyin birbirine net bir şekilde eklemlenmesini ve ortaya sanatsal yönü ağır basan bir eserden öte gücünü çok iyi bir mühendislikten alan bir eser çıkarıyor. Sinemannın ekletik tarafının da var oluğu belki sanat olarak kaale alınacaksa en büyük etmenlerden birinin bu olduğunu düşünsem de bu eleştirimin başkalarına göre oldukça olumlu okunabileceğini hatırlatarak tam anlamıyla benim kalemim bir film olmasa da sinemamıza bir köşetaşının daha kazandırıldığını rahatlıkla söyleyebilieceğim bir film oldu.
Bomboş
Onur Ünlü’nün Serkan Keskin’i başrolüne taşıdığı ve Settar Tanrıöğen ve Hazar Ergüçlü gibi isimlerin de oyuncu kadrosunda yer aldığı kara komedisi Bomboş günün ikinci Ulusal Yarışma filmiydi. Hayattaki tek tutkusu cansız şeylerin fotoğrafını çekmek olan kırk yaşındaki beyaz yaka Günel’in şirket çekilişinde kazandığı bedava Kıbrıs tatilinde, enerjik ve sempatik fakat biraz da geçmişi karanlık Şefik’le tanışmasıyla ikil üzerinden Onur Ünlü’nün önceki filmlerinden ve televizyon işlerinden alışık olduğumuz bir mizah kuran film, hiçbir noktada büyük bir içerik sunduğunu iddia etmiyor. Genel olarak beyaz yaka üzerinden kurulan mizahın bir uzantısı olarak görebileceğimiz bir girişle açılsa da yavaş yavaş absürt tonunu yakalarken bazen de oldukça bayağı bir komediye dönüşen Bomboş isminden itibaren amacının ne olduğunu ya da olup olmadığını işaret ediyor.
Serkan Keskin’den alışık olduğumuz bir rol olsa da Settar Tanrıöğren ile beraber oldukça uyumlu bir ikili olduklarını rahatlıkla söyleyebileceğimiz film festival kodlarının aksine bir seyirlik kurmayı başarıyor. Fakat yönetmen ve oyuncu kadrosu bu denli yakından tanıdığımız insanlar olmasaydı aynı film seçkide kendine yer bulur muydu sorusu ise tabii ki sorulması gereken ve festival yapısına dair tartışma açma potansiyeli olan bir konu. Bomboş özelinde, izlerseniz pişman olmayacağınız izlemezseniz de bir şey kaybetmeyeceğiniz bir film dersek yanılmayız sanırım.