“Suçlanacak hiç kimse yoksa, herkes suçludur.” Jorge Bergoglio
City of God (2002), The Constant Gardener (2005) ve Blindness (2008) gibi peş peşe çektiği harika filmlerle adından söz ettiren Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles’in yönetmenliğini yaptığı, henüz yapım aşamasındayken bile tüm dünyada merak uyandıran Two Popes, Netflix’in yapımcılığını üstelenerek yayınladığı son film olarak izleyici ile buluştu.
Filmin senaristliğini daha önce Darkest Hour (2017) ve The Theory of Everything (2014) gibi biyografik filmlerle Oscar’a ve BAFTA’ya aday gösterilmiş Anthony McCarten üstleniyor. McCarten, bu sene “En İyi Senaryo” dalında Golden Globe ödülünü Once Upon a Time in Hollywood ile Quentin Tarantino’ya karşı kaybetmiş olsa da 92. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Uyarlama Senaryo” dalında Oscar’a aday gösterildi.
Papa Benedict (Anthony Hopkins) ve Papa Francis (Jonathan Pryce)’in görevleri, geçmişleri ve kişiliklerine odaklanan film, 2005 yılında Papa 2. John Paul’un ölümü üzerine 16. Benedict’in diğer kardinaller ile kulis oluşturup nihayetinde istediği makam olan papalık görevini devralması ile başlıyor. Filmde bütün dünyanın izlediği görkemli bir seremoni ile unvanını resmileştiren Benedict, Katolik Kilisesi’nin muhafazakâr ve sert tarafını temsil ediyor. Yönetmen bizi filmin başında tanıştırdığı Francis ile ilgili tam bu noktada daha detaylı bilgilendirmeye karar veriyor.
Francis, Katolik Kilisesi’nin reformist ve mütevazı tarafını temsilen vaaz verirken futbol muhabbeti yapması, ABBA’nın Dancing Queen şarkısını mırıldanması ve sahip olduğu son derece mizahi karakteri ile izleyiciyle daha detaylı bir ilişki içine giriyor. Papa seçilen Benedict’e en yakın rakip olarak gösterilen Francis, bu unvana bu kadar yaklaşmış olmayı kendisi bile beklemezken, böyle bir konumda bulunmayı da hiçbir zaman istemediğini birçok defa dile getirerek, bunun bir ego savaşı olmadığı mesajının sinyallerini veriyor.
Bu iki sözde rakip, 2005 yılındaki ilk karşılaşmalarının ardından Francis’in istifa talebi üzerine tekrar bir araya geliyor. Katolik Kilisesi ile görüş ayrılıklarından ve geçmişinden gelen yüklerden yorulmuş olan Francis, emeklilik kağıtlarını imzalatabilmek için yeniden Vatikan’a gidiyor. Ancak Francis’in amacı tartışmaya girip kiliseyi değiştirmekten çok, köşesine çekilip nihayet emekliliğin tadını çıkartmak.
Papa’nın özel konutunda başlayan görüşmelerde Benedict’in istifayı kabul etmeyip yavaş ve sakin bir şekilde Francis ile diyalog kurmasına şahitlik ediyoruz. Francis’in geçmişine dair siyah-beyaz planlarla çekilmiş sahneleri izleyip, onun aşk, kariyer ve ilahi yolculuğunu Benedict ile beraber öğreniyoruz. Bunun yanı sıra Benedict’in küçük piyano dinletisi ile onun da geçmişiyle ilgili az da olsa bilgi sahibi oluyoruz. İkilinin kitlelere yön veren ve dikkatleri üzerine çeken din adamlığı kimliğinin yanında insan olarak da en yalın halini görüp aralarındaki samimiyetin epey arttığını hissediyoruz.
Bu noktada Benedict’in üslubunu çok daha anlaşılabilir bir noktaya çekmesi ile ikili arasında bir buz dağı olmadığını anlıyoruz. İstifayı bir türlü kabul etmemesinin altında yatan nedenin ise aslında kendini haklı çıkarmak ya da tartışmayı kazanmak için olmadığını, derinlerde gizlediği başka bir sorundan kaynaklandığını seziyoruz.
Tartışmalardan sıkılmış, yorulmuş ve bitmek bilmeyen bunalımdan çıkamamış ikilimiz, müzakerelerini Vatikan Papa Sarayı’na taşıyor. İzleyici için de seyir zevki yüksek diyaloglarla konuşma daha da karmaşık bir hâl alıyor. Kolundaki akıllı saat ile sürekli yürümek zorunda olduğunu hatırlayan Benedict, Sistine Şapeli’ne hayran gözlerle bakan Francis’e en sonunda çarpıcı bir itirafta bulunuyor. Kendine özgü üslubu ile ortaya bir ‘Teolojik İkilem’ koyuyor ve Papalık makamını bırakacağını, onun yerine Francis’i önereceğini söylüyor.
“Tarzın ve yöntemlerin benimkilerden tamamen farklı. Söylediğin ve yaptığın hiçbir… çoğu şeye katılmıyorum. Ama nedense artık Bergoglio’ya ihtiyaç olduğunu görebiliyorum.”
“Asla ben olamam.”
“Açmaza düştük. Ben izin vermezsen kiliseden emekli olamazsın. Sen kalmayı kabul etmezsen ben istifa edemem.”
Sebep olarak “Artık tanrının sesini duyamıyorum,” gibi son derece ruhani ve içten bir itirafta bulunan Benedict, kesin kararlı olduğu konusunda Francis’i ikna etmeye çalışıyor. Francis ise bu duruma karşı savunma mekanizmasını ortaya çıkararak geçmiş günahlarını itiraf ediyor. Arjantin’de vahşi ve zalim askeri cunta dönemine geri dönüş yapıp insanları kurtarabilmek için iktidar tarafına yaklaşmasını ve bu nedenle vicdan azabı ile geçen yıllarını anlatıp, “Tanrı affeder ama ben affedemem,” çıkışı ile gerekçesini sunuyor. Biz de izleyici olarak bu diyaloglar ışığında iki papanın da yetiştikleri coğrafyaya ve kültüre bakıp neden reformist ya da muhafazakâr oldukları hakkında fazlaca fikir edinebiliyoruz. Hatta yaşadıkları acılar ve zaferleri anlayıp, görevlerini neye göre biçimlendirdiklerini ve kişiliklerinin görevlerine nasıl etki ettiğini okuyabiliyoruz.
Diyaloglarda, kilise için kritik bazı siyasi ve insani noktalara da bolca yer veriliyor. Kiliseye mensup papazların çocuk istismarlarından söz açılıyor ve Katolik camiasının en yüksek mevkii adeta kilise için bir günah çıkarma işlemine dönüşüyor. Kilisenin, çoğu zaman olaylara sünger çekmesi, istismara uğrayan çocukların dağılmış psikolojilerini ve geleceklerini hiçe sayıp sadece onlara bu kötülüğü yapanları ortadan geçici süre kaybetmesi ve bu canilerin kendilerini temize çıkarmalarını beklemesi, sert ve gerçekçi şekilde eleştiriliyor. Üzeri kapatılan binlerce istismarın sebebi olan din adamlarının gerektiğinden çok daha hafif cezalar almasına ve olaylar basına yansımasın diye girilen çabalara dikkat çekiliyor. Bu şekilde halk gözünden kilise ifşa ediliyor.
Benedict ve Francis’in pizza ve fanta eşliğinde günahlarını bir bir ortaya döktükleri bu açık sözlü konuşmadan sonra birbirlerine duydukları şefkat katlanarak artıyor. Ortak noktaları olan günahkârlıklarının birleştirici gücü sayesinde daha sıkı dost olan ikili, geçmişine sünger çekiyor ve aydınlık gelecek umudu ve halka daha yakın olmak gerçeğiyle salonu beraber terk ediyor. O andan sonra da geçmiş günahların kilisedeki sorumluları, papaların bu kişiler üzerindeki sorumlulukları ya da mağdur insanların içinde bulundukları durum bir daha asla konuşulmuyor. Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi.
Arjantin-Almanya maçı ile papaların gerçek görüntüleri eşliğinde devir teslimini başarıyla gerçekleştiren Benedict ve Francis’in hikâyesi, gelecekle ilgili umut vadederek neşeli bir şekilde son buluyor. Ne var ki bu durum, geçmişi değiştiremeyeceğimiz ve bu ikilinin zamanında işledikleri günahlarla ilgili hiçbir soruya cevap veremeyecek olmaları gerçeğini değiştirmiyor.
Ek olarak, bunları da bilmekte fayda var:
– Bu filmde Arjantin diktatörü tarafından zulme uğrayan karakteri canlandıran Jonathan Pryce, aynı zamanda Argentine in Evita (1996) filminde kendine o zulmü yapan diktatör Juan Peron’u da oynamıştır.
– Vatikan, çekimler için Netflix’i reddedince önce 10 hafta süren Sisine Şapel’in birebir modellenme çalışması yapılmış ve çekimlere daha sonra başlanmıştır.
– Filme konu olmuş görüşmenin varlığına dair hiçbir kanıt yoktur.
Ahmet Ozan Tekin
Ahmet Ozan Tekin ‘ e teşekkür ederim , gerçekten çok iyi bir analiz yapmış ve filmin dikkat edilmesi gereken unsurlarına ve diyaloglarına dikkat çekmiş .
Film hakkındaki yorumları ile bizi bilgilendiriği için Ahmet beye teşekkür ediyorum.