Öleceği tarihi bilmek insanı karamsarlığa mı iter? Aksine özgürleştirir mi? Yarım kalmışları bitirmek için bir sebep midir? Yoksa depresyona doğru giden bir yolun başlangıcı mı?
The Farewell (2019), işte bu soruların cevabını trajikomik bir yarı-otobiyografik film olarak bizlere sorgulatır. Lulu Wang’ın kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak senaryolaştırdığı film, ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapmıştır. Bu festivalde “En İyi Seyirci Ödülü” almasıyla birlikte 2019 yılı içerisinde adından bolca söz ettirmiştir.
Filmin olay örgüsü Nai Nai’a, yani ailenin büyükannesine kanser teşhisi konulmasıyla başlar. Kanser epeyce ilerlemiştir ve yaşlı kadının artık kısa bir ömrü kalmıştır. Ailesi, bu durumu Nai Nai’dan gizleme kararı alır. Son kez tüm aile bir arada olmak ve onunla vakit geçirmek için sahte bir düğün planlar. Düğüne davetli olmayan tek aile bireyi ise durumu gizleyemeyeceğinden kaygı duyulan Billi’dir.
Crazy Rich Asians (2018) ve Ocean’s 8 (2018) filmlerinden de hatırladığımız Awfkafina’nın canlandırdığı Billi, ailesinin en küçük kızıdır. Küçükken Amerika’ya yerleşmiş ve kültür karmaşasının ezici etkilerini hisseden Billi’nin çocukluğuna dair hatırladığı çok az şey vardır. Bambaşka bir ülkede işsizlikle boğuşan ve kendisini kalabalıklar içinde yalnız hisseden genç kız için büyükannesi, onu çocukluğunun mutlu dünyasına bağlayan yegâne bağdır. Hayatının çoğunu Amerika’da geçirmiş olduğu için, onun büyükannesiyle olan iletişimi, ailenin diğer üyelerine göre çok daha farklıdır. Bu bağlamda Billi, hikâyenin içindeki çatışmaların çoğunu üreten karakterdir. Ona göre ailesinin kurguladığı bu düğün büyükannesine iyi gelecek bir olay değil, aksine sahtekârlıktır. Ailesi ve genç kızın fikirleri bu konuyla ilgili karşı karşıya gelir. Farklı kültürleri, hatta farklı hayat felsefelerini temsil eden iki tarafın çatışmasıyla olaylar başlar.
Yaşadıkları coğrafya, insanlara tarih boyunca farklı kimlikler katmıştır. Sadece davranışlar değil, hayat görüşleri bile geçen yıllarla birlikte ayrı boyutlarda gelişmiştir. Bu yüzdendir ki felsefe, kimi felsefeciler tarafından doğu ve batı felsefesi olmak üzere iki farklı kategoride bile incelenebilir. Konfüçyüsçü ve Taoist akımın etkilerinin yoğunca görüldüğü doğu felsefesini batı felsefesinden ayıran en önemli fark, bütünü parçalardan daha önemli görmesidir. Toplumsal değerler, bireysel faydalardan daha önemlidir. Aile değerleri, aile üyelerinin bireyselliğinden önde gelir. Yönetmen Wang, farklı dünya görüşleri etrafında yetişmiş aile bireylerini bir araya getirerek, işte bu ayrı dünya görüşleri arasında doğru ya da yanlış bir yargı belirtmeksizin, ince bir çizgide dans eder. Billi, kendi etik değerlerini düşünerek babaannesine ömrünün sonuna geldiğinin söylenmesi gerektiğine inanır. Bu fikrini paylaştığında ise aile tarafından benmerkezci olmakla yargılanır. Çünkü onlara göre bu bir aile sorumluluğudur ve aile bireylerinin tümü bu “duygusal yükü” üstlenmekle yükümlüdür. Amerikalılara göre her düşünceyi paylaşma eğilimi, özgürlükçü bir yaklaşım olarak benimsenirken; Çinliler için duyguları kendi içlerinde parselleme yöntemi, duygusal güçlülük olarak görülür. Karar konusunda ortak paydada buluşmuş olsalar da, aile bireylerinin durum karşısında psikolojileri farklıdır. Billi’nin babası Haiyan, kendisini haklı kılan geleneğe karşın annesine yalan söylemiş olma suçunu tartar; Billi’nin annesi Jian, kayınvalidesine olan eski kızgınlıklarını kenara bırakmaya çalışır; Japonya’ya taşınmış olan diğer akrabalar ise onlara nispeten daha geleneksel bakış açılarıyla olayları değerlendirir ve kararı sorgulamayı dahi düşünmez. Her biri farklı hayatlara yelken açmış geniş bir ailenin bireyleri arasındaki diyaloglar, kültürel çelişkileri ve kuşak farklılıklarını ortaya koyar.
Kültürel çelişkilerle dolu karakterler ve diyaloglar, filmde kültür kavramının iskeleti olan “gelenekler” tanımıyla da boyutlanır. Montaigne’e göre gelenekler, en bilge kişilerin bile kabullenmediği bazı düşünceleri tek bir öğütle benimsetebilecek kadar güçlüdür. Ona göre doğadan geldiğini düşündüğümüz birçok şey geleneklerden gelir. Herkesin çevresinde kabul gören göreneklerle fikirlere içten içe saygı duyduğunu belirtir ve vicdan azabı çekmeden onlardan kopamayacağını savunur. Wang’ın Nai Nai karakterini işleyişi de bu düşünceleri pekiştirir niteliktedir. Son derece kontrolcü bir yapıya sahip büyükannenin, düğün gelenekleri konusunda alınacak her kararda tek otorite olması, ona karşı itirazların bir cümleden öteye gitmemesi ve onun fikirlerinin hemen kabullenilmesi, kısa bir ömrü kalmış olan aile büyüğünün “gönlünü yapmak” fikrinden çok daha fazlasıdır. Bütün bu sahnelerde her biri farklı bir coğrafyada yetişmiş aile bireylerinin, büyükannelerinin geleneksel bilgeliğine saygı duymasının bir tasviri görülür. Büyükannelerinin telkinleri, onlara göre sorgulanmadan kabul edilmiş dogmalar değil, geçmişlerine dair alışkanlıklarını hatırlamanın bir sebebidir. Keza filmin sonunda ülkelerine dönmek için hazırlanan aile için bu yolculuk, onları geçmişlerine ve çocukluklarına bağlayan son kişiye de bir vedadır. Bu veda, film boyunca Billi’ye duyguları gizleme yetisini “güçlü olmanın timsali” olarak öğütleyen Jian ve Nai Nai’ın gözlerinden dökülen yaşlarla somutlaşır. Billi’nin ise doğduğu topraklara olan aidiyeti bununla son bulmaz. Filmin sonunda Amerika’ya dönen genç kızın dudaklarından ansızın yükselen güçlü bir haykırış, adeta Çin’den duyulur, ağaçtaki kuşlar havalanır. Beden olarak dünyanın öbür ucunda olsa da ruhu hâlâ doğduğu topraklardadır.
Yönetmen Wang, sahne geçişlerinde kullandığı klasik müzikler ile kimi zaman New York sokaklarının keşmekeşini, kimi zaman Çin sokaklarındaki kalabalığı ve yüksek binalarda karınca gibi kalan insan suretleriyle birlikte yaşanan şehirleri panoramik özellikleriyle görselleştirirken; kimi zaman da karakterlerin yalnızlıklarına odaklanarak, onların düşünce dünyalarıyla ve anlık psikolojileriyle izleyiciyi baş başa bırakır. Billi’nin otelde tek başına kalıp düşüncelere daldığı bir an, babasıyla masaj odasında kalıp boşluğa daldıkları bir sahne, klasik fon müzikleriyle bütünleşerek izleyicinin karakterlerle empati kurmasına olanak sağlar.
Temelinde “ölüm” konusunu barındıran, son derece melankolik film olmaya gebe bir hikâye, yönetmen Lulu Wang’ın kendine has üslubuyla, tadında bir komedi katılarak kontrol altında tutulur. İnsanın en mutlu günlerinden biri olarak görülebilecek düğün töreni, aile üyelerinin gözünde adeta bir cenaze töreni gibi gerçekleşir. Amca Haibin’in gözlerinde beliren hüzün dolu gözyaşları, Nai Nai’ın gözünde mutluluk gözyaşları olarak algılanır. En zıt duygular bile ortak bir noktaya doğru yakınsanır. Hüznün ve mutluluğun karışımı, bu sahnelerle birlikte en uygun tonda buluşur. Filmin başında da belirtildiği gibi “gerçek bir yalandan” esinlenerek yazılan yarı otobiyografik aile draması, kan bağları ve kültür bağları arasındaki gelgitleri dingin bir dille izleyiciye aktarır.
Burakhan Yanık