Hikâye anlatmak için kelimelere ihtiyaç duymayan Filistinli yönetmen Elia Suleiman, on yıl aradan sonra yazıp yönetip başrolünde oynadığı It Must Be Heaven filminde; önceki filmlerinde olduğu gibi yönetmenin alter-egosu olan ES karakterini izleriz. ES, yeni filminin senaryosu için yapımcı ararken aynı zamanda bir cennet arayışı içindedir. ES’in farklı coğrafyalarda deneyimlediği toplum, devlet ve otorite kavramlarına ilişkin absürt komik durumlarına tanık oluruz.
-Seni çok yakın bir arkadaşımla tanıştırayım. Kendisi şu anda Ortadoğu’da barış üzerine bir komedi filmi yapıyor.
-Şimdiden komikmiş.
ES, Batılı yapımcılara yeni filminin senaryosunu götürdüğünde; “Bu film, yeterince Filistinli bir film değil” cevabını alarak reddedilir. Böylece senaryonun, Batı’nın perspektifindeki Filistin’in sahip olması gereken donelerden yoksun olduğunu anlarız. Buna karşın Elia Suleiman, Filistin’deki gerçeklerin dünyadaki gerçeklerle benzerlikler taşıdığını anlatarak beklenen oryantalist bakış açısını boşa çıkartır.
Mülkiyet Sorunu
Şüphesiz ki Batılı yapımcıların, Filistin’i anlatan bir filmde görmek istediği ilk done; İsrail işgali altındaki Filistin topraklarıdır. Bu doğrultuda Elia Suleiman metaforik anlatımlardan ve mitolojiden faydalanır.
Filistin’in Nasıra kentinde yaşayan ES’in bahçesindeki limon ağacından bir gün komşusu limon toplar. Diğer gün gelir ağacı budar, ertesi gün gelir sulamaya başlar. Mülk sahibinden “izinsiz” yapılan tüm bu eylemler, temelinde mülk işgalidir. Filmde yer alan limon ağacı sahnesi aslında; Filistin- İsrail meselelerine çağrışım yapar. Bu alegorinin kullanımına örnek olarak, yönetmen Eran Riklis’in Etz Limon (2008) filmi ve yazar Sandy Tolan’ın The Lemon Tree kitabı gösterilebilir. Her iki eserde de limon ağacı üzerinden Filistin ve İsrail arasındaki mülkiyet hakkı irdelenir. Bu sebeple ES’in bahçesindeki tek bir limon ağacına komşusunun göz dikmesi tesadüf olamaz. Yönetmen Elia Suleiman, Filistin’nin derdini bambaşka yollarla anlatmayı başarır.
Bir başka sahnede ise; yaşlı komşusu, ES karakterine başından geçen bir hikâye anlatır. Hikâyeye göre; yaşlı adam, ormanda bir yılanın hayatını kurtarmıştır. Sonrasında da yılan, yaşlı adama bir iyilikte bulunmuştur. Sinemada sık sık kullanılan yılan metaforu bilindiği gibi; Havva’nın yasak elmayı ısırması için onu ikna eden ve Âdem’le birlikte cennetten kovulmasına sebep olan yılanı simgeler. Buradaki Elia Suleiman’ın anlatısı, temelinde topraklarından kovulan Filistinlileri temsil eder.
Thomas More’un Ütopia kitabına göre; toplumdaki bozuklukların ve şiddetin temel sebebi mülkiyet sınırlarından kaynaklıdır. Bu sebeple It Must Be Heaven’ın açılış sekansında gördüğümüz kilisenin kapılarının içeriden kitlenmiş olması sınırlanmayı simgeler. Papazın şiddet uygulaması da sınırlanmanın kaçınılmaz olarak şiddeti doğurduğunu açıklar. Üstelik bu giriş sahnesi, izleyiciye filmin sınırlar ve şiddet üzerine olduğu ile ilgili ipucu verir. Önce mülkiyet işgalini sonra cennetten kovulmaya yer veren It Must Be Heaven’da; ES, yeni bir memleket arayışı için önce Paris’e sonra da New York’a gider.
Güven-lik Sorunu
Batılı yapımcıların, Filistin’i anlatan bir filmde olmasını arzuladığı ikinci done; işgal altındaki Filistin topraklarının, huzursuz ve güvensiz bir ortama sahip olmasıdır. Yönetmen Elia Suleiman da insanlığın tarih boyunca “huzur” ve “güven” ortamını nasıl oluşturulduğuna ilişkin anlatımlara başvurur.
Paris’in kent tarihine baktığımızda; İşçi Devrimleri sırasında halk direnmeye başladığında güvenlik güçleri, müdahale etmekte zorlanırdı çünkü Paris’in dar sokaklarından halk, kolayca kaçardı ama kolluk kuvvetlerine ait tanklar, bu dar sokaklardan geçemezdi. Durumu tersine çevirmek isteyen dönemin valisi Haussmann’ın önerisi ile 1850’lerde Paris için yeni bir şehir planı yapılmıştır. Binalar yıkılmış ve dar sokaklar yerine büyük bulvarlar açılmıştır. Bu büyük bulvarlar, büyük meydanlara bağlanmıştır. Böylece tanklar, Paris’in içinde rahatça gezebilir hale gelmiştir. Bu sebeple filmde, insanların olmadığı boş meydanları ve bulvarlarda gezen devasa tankları izleriz. Ayrıca filmdeki güvenlik güçleri, kamu düzenini bozan kişilere müdahale etmek yerine devamlı olarak halkı takip eder. Böylece Elia Suleiman, otoriter devlet kavramına ilişkin anlatımlar yapmış olur. Filmde, hep bir kontrol mekanizmasının kentlerde sınır çizdiğini görürüz.
Toplumsal Davranışlar
Batılı yapımcıların, Filistin’i anlatan bir filmde muhtemelen görmek isteyeceği üçüncü done; şiddet yanlısı ve bencil bir toplumdur. Elia Suleiman’ın kamerası da bencilliğin ve şiddetin her topluma ait bir davranış olduğunu gösterir.
Nasıra’da kent meydanında kamu düzenine aykırı hareket eden kişilere kıyasla Paris’teki Luxembourg Parkı’nda kamusal alanların bencilce işgal edildiğini görürüz. Parktaki sandalye kapmaca sahnesinde; Batı toplumlarında örgütlenme bilinci belki de en yüksek olan Fransa halkının, aslında pek de paylaşımcı olmadığını ve Paris’te devlet politikası olarak ihtiyaç sahibi insanlara el uzatılsa da bu durumun, modern Fransız toplumuna intikal etmediğini görürüz. Ayrıca Nasıra’da eli sopalı dolaşan kişilerin yanı sıra Amerika’da bireysel silahlanmanın geldiği noktayı seyrederiz. Tüm bu sahneler, modern ve ideal toplumu sorgulamamıza sebep olur.
Platon’dan beri ideal insan, ideal cemiyet ve ideal devlet kavramları tanımlanmaya çalışılır. Elia Suleiman da günümüzdeki “modern” devletin kurumlarına değinir. Filmde, belediye çalışanları kamu hizmetini olması gerektiği gibi değil; görünmesi gerektiği gibi davranır. Tıpkı Paris’te çöplerden kurtulmak için onları kanalizasyona atan, filmdeki belediye çalışanları gibi. Görünür taraf temizlenirken görünmeyen tarafın kirletilmesi söz konusudur.
Kadınlar Üzerindeki Baskı
Batılı yapımcıların, Filistin’i anlatan bir filmde mutlaka görmek isteyeceği son done; Ortadoğu’daki kadınların yaşam tarzına yapılan müdahalelerdir. Elia Suleiman da farklı coğrafyalardaki toplumların, kadınlar üzerinde yarattığı fiziksel ve psikolojik baskıları ele alır.
Üç kıta dolaşan ES, yolculuğu sırasında birçok kadına rastlar. Bunlardan biri, barda oturan kadın karakteridir ve erkek kardeşleri, kadının alkol almasına karşı çıkar. ES’in karşılaştığı diğer kadın ise; gözleri bağlı, başı eğik, arabada oturan kadın karakteridir. Tahmin edilebileceği üzere bu iki sekans; Ortadoğu’daki yaşam tarzına yapılan müdahalelerin bir yansımasıdır. Ayrıca sinemada yine sıkça kullanılan gözleri bağlı kadın metaforu, Yunan mitolojisinde yer alan tanrıça Themis’i simgeler. Themis, adaleti ve düzeni temsil ettiği için resmedilirken veya heykeli yapılırken ayakta dik bir şekilde durur ve elinde adaletin terazisini gözleri bağlı olarak tutar. Buna karşın ES’in gördüğü kadın, arabanın arka koltuğunda oturuyor hâldedir. Ön koltukta ise üniformalı ve silahlı iki erkek vardır. Böylece Elia Suleiman, Ortadoğu’da adalet ve düzenin yerini alıp direksiyonun başına geçmiş olan erk zihniyeti ifade etmiş olur.
Modanın başkenti kabul edilen Paris’te ise; ES, bir kafede otururken moda defilesine gelmiş gibi sokaktan geçen kadınları izlemeye başlar. Bu sahnede Fransız kadınların kıyafetleri, yakın plan çekimleriyle vurgulanır. Söz konusu sahnenin uzunluğu ayrı bir vurgu taşımaktadır. “Batılı sinemacıların” oryantalist ögelerle donattığı filmlere karşı olarak Elia Suleiman’ın kamerası, Fransız kadınların kıyafetlerine uzun bir sahne ayırır.
Tüm bunların yanı sıra ES’in Paris’te kaldığı dairenin karşısında moda evi yahut butik gibi bir mağaza vardır. Bu mağazanın vitrininde bir ekran, ekranda ise defilede yürüyen mankenleri görürüz. Podyumdaki mankenler, sıfır beden formundaki kadınlardır. Bu sırada mağazayı temizlemek için içeriye bir kadın çalışan gelir. Bu sahnede yer alan kadın çalışan için kısa ve kilolu bir oyuncu tercihi yapılmıştır çünkü kapitalist sistemde üretimin devamlılığı için ön koşul tüketimin sürekliliğidir. Başta tekstil ve kozmetik sektörleri olmak üzere birçok sektörün hedef kitlesinde kadınlar vardır. Tüketimin artması veya devam etmesi için de “güzellik” algısı yaratılmış ve kadın bedeni üzerinde yeniden baskı oluşturulmuştur. Elia Suleiman’ın kamerası, bu baskının tesirini Central Park’ta spor yapan bebekli kadınlarda da gösterir.
Sistemin yarattığı ideal kadın algısına karşılık olarak FEMEN’ler, kadın bedenini özgür kılarak eylemlerini gerçekleştirir. It Must Be Heaven’da da bir FEMEN, “özgür Filistin” için çıplak bedeni üzerinden protesto yapar.
Elia Suleiman sineması, kişisel bir sinemadır. Bu sebepten minik serçe sahnesi, kendi sektörüne ilişkin bir eleştiri olarak düşünülebilir. Başta iyi anlaştığı minik serçe, devamlı ES’e müdahale eder ve senaryosunu yazmaya engel olur. ES de sonunda serçeyi kovar. Tıpkı Meksika’nın fethi hakkında çekilen filmde, yerliler ile İspanyolların İngilizce konuşmasını isteyen Batılı yapımcılar gibi.
Her gittiği şehirde sınır, güvenlik ve baskı problemleri ile karşılaşıp Filistin ile bağ kuran ES, film boyunca sadece iki kelime söyler; “Nasıra” ve “Filistin.” Bu iki kelime aslında yönetmenin kendi cennet tanımı olarak yorumlanır. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgüt Lideri olan Arafat’a da Amerikan topraklarındayken gönderme yapılır.
Elia Suleiman, It Must Be Heaven’ı memleketine ithaf etmiştir ve filmi izlerken yönetmenin Filistin’e duyduğu özlemi de hissederiz. Bu doğrultuda zeytin ağaçlarının arasında yürüyen kadının yer aldığı sahne düşünülebilir. Tüm kutsal kitaplarda zeytin ağacı; adaletin, zaferin, arınmanın ve yeniden doğuşun temsilidir. İşgal altındaki Filistin topraklarında da zeytin ağaçları önemli bir geçim kaynağı olduğundan Filistinlilerin mücadelesinde sembol haline gelmiştir. Kutsal kabul edilen bu bölgede genç kadın, iki ileri bir geri hareket ederek iki kazan taşır. Kazanlar, psikanaliz okumalarda ana rahmini temsil ettiğinden; geri dönüş ve vatan olarak yorumlanabilir. Kadının, iki ileri bir geri ilerleme şekli ise hem geçmişe özlem duyan hem de bugününü inşa etmeye çalışan Filistinlileri temsil ettiği düşünülebilir.
-Bütün dünya unutmak için içerken; siz hatırlamak için içen tek toplumsunuz.
Elia Suleiman, kadının ilerleyişini ileriki sahnelerde güneşe, ışığa doğru devam ettirmiştir. Üstelik finalde, bir kot altta bulunan mekanda, dans eden gençlere ek olarak falcının söylediği “Biz göremeyeceğiz ama Filistin yaşayacak” sözleri düşünüldüğünde; film, Filistin için ümitli bir gelecek düşleyerek sona erer.