Zaman daima ileri doğru mu akar? Bir sonraki an, şimdikini iyileştirmek için mi koşullanır? Uzay koşullarında geçerli olan görüş böyle belki; ancak söz konusu insan bilinci ve bilinçaltının aktarımı olduğunda bambaşka bir evrenin kuralları geçerli. Çünkü sosyolojik çerçeveye girmek, sonra odağımızı daraltıp toplumdan bireye yönelmek, tüm fizik kanunlarını bir kenara bırakıp yepyeni bir dilde konuşmak demektir. Yani geleneklerin, kültürlerin, bilinçaltının dilinde. İzleyiciyi doğal bir psikanalize yönelten ve karakterlerin özgün dilini çözümlemeye iten 2019 yapımlı Nuh Tepesi de geleneksel yetiştirilme kültürümüzden hareketle zamanın ilerlemeyen, aksine tekerrüre meyleden bir yapısı olabileceğini gösteriyor. Bu tepe hüzün tepesi oluyor aynı zamanda; ayrılığın, yıkımın, ölüm gerçeğinin tepesi hâline geliyor.
Bir baba-oğul ilişkisini konu alan yapım, bizleri ilk olarak Freudçu bir yaklaşıma yöneltiyor. Fakat baştan sona adım adım tamamlanan portreyle birlikte, aslında hayatta oynadığımız rolün bir saatin akrebiyle aynı olduğu ortaya çıkıyor. Buradan hareketle filmin senaristliğini ve yönetmenliğini yapan Cenk Ertürk, çıkışsız ve çözümsüz bir zamanın doğal yaşam içinde nasıl resmedildiğini perdeye yansıtıyor.
Nefretin Beşiğinde Sallanırken
Tüm canlılık faaliyeti doğumla/doğuşla başlarken Nuh Tepesi ölümle yapıyor başlangıcını. Buna göre İbrahim (Haluk Bilginer), uzun süredir geçirmekte olduğu hastalık sonucu hayatının sonlarına yaklaşmış bir babadır. Bir vasiyet olarak oğlu Ömer’den (Ali Atay) yıllar önce ayrıldığı köyündeki Nuh Tepesi’ne, tepenin zirvesindeki zeytin ağacının dibine gömülmek ister. Babasıyla bağlarını çoktan koparmış olan Ömer, bu vasiyet üzerine son kez babasını görmek ve onu Nuh Tepesi’ne götürmek üzere yanına gelir. Ne var ki köye ulaştıklarında baba oğul, Nuh Tepesi’nin köylü halk tarafından kutsal ilan edildiğini, tepedeki zeytin ağacının da adalar ve dualar için bir simge hâline geldiğini görür. İbrahim, ağacın bulunduğu arazinin kendilerine ait olduğunu, dolayısıyla istediklerini yapabileceğini iddia eder. Fakat köylü, son derece önemli ve dokunulmaz olan bu kadim ağacı İbrahim’e vermek istemez. Halk ve İbrahim arasında çıkan tartışma büyüdükçe Ömer bir yandan ona öteden beri yabancı olan babasını tanır, diğer yandan bizzat kendi yansımalarıyla tanışır. Babası ve bu süreçte ayrılmanın eşiğinde oldukları karısıyla ettiği kavgalar, Ömer’i çocukluğuna götürür. O güne değin sarf ettiği her sözün, yaptığı her davranışın, gösterdiği her tutumun sebebini bulur bu zihinsel dönüşte.
Kurgunun buraya kadarki bölümü, erkek çocuklardaki bilinçaltının, ailedeki “baba” figürüyle nasıl bir mücadele içinde şekillendiğini açık şekilde ortaya koymaktadır. Freud’un psikanaliz üzerine görüşlerini daha sembolik boyutta yeniden yorumlayan Lacan’a göre böylesi bir gelişme için baba figürünün fiziksel varlığına gerek de yoktur. Nitekim İbrahim, Ömer’le annesini terk edip Fransa’ya gitmiş, burada başka bir kadınla kendine yeni bir hayat kurmuştur. Ama fiziksel olarak aile içinde bulunmayışı, “baba”nın çizdiği çerçeveyi silmeye yetmemiştir. İbrahim babalık yapmamış olsa da Ömer, annesinden yansıyan “baba nefreti”nin kollarında büyümüştür bir bakıma.
İyi Ebeveyn-Kötü Ebeveyn
Büyüme döneminde edindiği bu nefret de kendi kişiliğinin şekillenmesini doğrudan etkileyen unsur olmuştur. Babasıyla yaptığı bir tartışma sırasında bunu itiraf eder. Tüm ömrü bir yana; ölüm döşeğindeyken dahi annesine bir kez olsun teşekkür etmediğini, içindeki tüm şefkate rağmen bile isteye onu üzdüğünü söyler. Düşman olarak tanımlanacak bir baba figürünün olmayışı, Ömer’in içinde gelişip büyüyen hiddeti annesine yöneltmesine neden olur. Freud’un noktalanıp Avusturya asıllı psikanalist Meleaine Klein’ın obje-birey ilişkileri üzerinden açıkladığı analiz de burada başlar.
Klein’a göre bebek (infant), bir görünüp bir kaybolan annesiyle beraber zamanla içsel bir yok oluş korkusu geliştirir. Başta bir obje olarak algıladığı anne yanında olduğu zamanlar “iyi”, etrafında olmadığı zamanlarsa yokluk gerçeğini ve endişesini temsil eden “kötü” bir şeydir. Bebek, iyi şeyi benimseyip severken kötü şey için öfke ve hiddet geliştirmeye başlar. Daha sonra bu duygular fiziksel şiddet, nefret, hırçınlık gibi ifadelerle ortaya çıkar. Bebeklikten sonra çocukluğunda yokluk deneyimini ilk defa babasıyla zaten yaşamış olan Ömer, gün geçtikçe hastalanıp yatağa düşen annesine karşı ölüm korkusunun bir sonucu olarak hırçınlık tepkisini göstermiştir. Ömer’in öfkesinin asıl nedeni hiçbir zaman doğrudan muhatap aldığı annesi olmamıştır bu ilişkide. Bilakis çok sevdiği annesinin yok olma ihtimalini, onunla arasına bir duvar örerek gidermeye çalışmıştır.
Nitekim annesinin ölme ihtimaline karşı Ömer’in geliştirdiği bu savunma mekanizması, hayatındaki diğer kadın figürlerle ilişkisine de yansımıştır. Bunun en başında da karısı Elif (Hande Doğandemir) gelir. Nuh Tepesi arazisinin kendilerine ait olduğunu kanıtlamak üzere giriştikleri tapu işleri süresince Ömer ve İbrahim, eski köy evlerinde kalır. Ancak bir gece hiç beklemedikleri zamanda kapıda Ömer’in, boşanmakta olduğu eşi Elif belirir. Üstelik karnında Ömer’le evliliklerinin meyvesini de taşımaktadır. Tarafların haklılığı ve evliliklerindeki rolleri üzerine giriştikleri tartışmada Ömer, ısrarla çok iyi bir baba olacağını ve bunu da herkese kanıtlayacağını iddia eder. Bu iddiayı özellikle vurgulayarak dile getirmesi, Ömer’in zaten içsel olarak bir yenilgiyi, “kötü baba”lığı kabul ettiğini ve bu imajı yıkmak için bir mücadele verdiğini açığa vurur.
Bebek arketipi çoğunlukla önceki neslin anlayışlarını geride bırakıp yeni bir devri başlatan unsur olarak yorumlanır. Ancak yenilgiyi başta kabullenişi, Ömer’in de aynı babalık sürecini yaşayacağını, kendi babasıyla arasındaki ilişkinin tekerrüründen kurtulamayacağını gösterir. Yani Ömer’in bebeği yeni bir kader sürecine açılan bir kapı değil, bir önceki yaşantının etkisiyle kurulmuş bir başka “aynı yaşantı”nın başlangıcıdır. Bu da bize fasit bir daire portresi çizer: zaman, iki neslin kaderini uç uca örmek yerine birbirini yansıtacak şekilde karşılıklı yerleştirmiştir. Böyle bir konumda çemberi kırmak ve ileriye dönük bir gelişim göstermek mümkün müdür?
Feleğin Çarkından Geç(eme)mek
Bu soru, başta ve sonra olmak üzere çok kısa bir sekansta yer verilen köpek imgesiyle yanıtını bulur aslında. İbrahim’le Ömer, köydeki eve geldikleri gün karşılarında nereden geldiği belirsiz bir köpek belirir. İbrahim köpeğe ilgi gösterir, başını sevgiyle okşayarak sahiplenici bir tutumla yaklaşır ona. Mit yorumlarında sadakat simgesi olarak nitelendirilen köpek, burada da kaderin sadakati olarak yorumlanabilir. Zira köy evine gelen köpekle birlikte evcil ve yerleşik bir hayatın çağrışımları ortaya çıkar. İbrahim, filmin sonunda evi terk etmeden önce köpeği bağlamıştır. Bunun, köpeğin onu takip etmesini engellemek için yaptığına yoran Ömer, aslında kendi kaderinin de bir bakıma o köy evine, dolayısıyla kökenlerine ve babasının kaderine bağlandığından habersizdir. İbrahim, belki köpeği de gittiği yere beraberinde sürüklememek için onu eve bağlamıştır; fakat böylelikle bağlanan, aynı zamanda Ömer’in asla değiş(e)meyecek olan kişiliği, bunun etrafında şekillenen yazgısıdır. Dolayısıyla ne İbrahim, farklı bir olasılığa cesaret ederek Ömer’le yepyeni bir ilişki kurmak üzere feleğin çemberinden geçebilmiş ne de Ömer, babasından farklı biri olabilmiştir.
Her şey, tıpkı pek çok yaradılış destanında aynı örgüyle kurulan Nuh Tufanı öyküsündeki gibi başlar ve biter. Nitekim sonunda “Nuh demişi peygamber dememiştir” zaman, yine bildiğini okuyarak kendi dairesini, kadim öyküsünü tamamlamıştır. Ancak burada dile getirdiğimiz zaman, başta sorguladığımız uzay koşullarına ait kavram değil, bilinçaltının kısılıp kaldığı kapanın adıdır. Farklı psikanaliz yorumlarına kucak açan ve adıyla dahi pek çok arketip örneğiyle dokunan Nuh Tepesi , böylelikle bizi de kendi zaman ve kader algımızı sorgulamaya teşvik eden hüzünlü bir öykünün perdeye taşır: Atadan oğula geçen bir zincirin değişmez öyküsünü.
Filmi izledim. Çok beğenmiştim. Ama bu yorum çok iyi. Olaylara bilimsel bilgilerle yaklaşarak anlatmaya çalışmak çok etkileyici…
İnceleme yazınızı keyifle ve pür dikkat okudum. Parçalar yerine oturdu 🙂 Elinize ve zihninize sağlık.