“Beni terk edersen seni öldürmek zorunda kalırım, biliyorsun bunu”.
Filmin henüz ilk dakikalarında kendimizi birden bir ilişkinin son dakikaları içine bırakılmış bulduğumuzda, ne bitmekte olan ilişki ile ilgili ne de en özeline dahil olduğumuz bu iki karakterle ilgili bir şey biliyorken, Undine’in dudaklarından dökülen bu sözler filmin ana tonunu keskin bir biçimde belirler aslında. Herhangi bir ayrılık sahnesi izlediğini zanneden seyircisine görünenin altındaki anlamı işaret eden bu sözler, filmin romantizm akımı ve mitoloji ile bağlantısının kapısını da böylece açmış ve seyircisini güvenli sulardan karanlık olabilecek sulara bir adım yaklaştırmış olur.
Filmin kendini ya da beslendiği mitolojiyi uzun uzadıya anlatmak gibi bir derdi olmadığından, öncelikle biraz hem filmin hem ana karakterimiz Undine’in isminden ve ismin mitolojik anlamından bahsetmek faydalı olacaktır. Undine : su perisi. Tarihte ilk olarak 16. yüzyılda Paracelsus’un simya yazılarında karşımıza çıkar Undine yaratıkları. Suyla olan bağlantıları ve güzellikleri sebebiyle deniz kızlarını anımsatsalar da tamamen insan vücuduna bürünmüşlerdir. Tek eksik şey ise ruhlarıdır. Ruhları olmadan bir faniye dönüşemeyecekleri için evlenip evlendikleri kişi sayesinde kendilerine ruh edinirler. Ama ola ki eşleri onlara ihanet ederse, kaçınılmaz olarak eşlerini öldürmeleri gerekecektir. Christian Petzold’un filme başlarken biliyor olduğumuzu varsaydığı bu açıklama ile ilk sahneye bakacak olur ve minimum diyalog kullanımına rağmen onu terk eden kişinin hayatında başka biri olduğunu duyduğumuzu da göz önünde bulundurursak, Undine’in bu cümlesi çok da sürpriz olmayacak ve hikâyeyi buradan itibaren bir “ismin laneti” hikâyesine dönüştürecektir.
Günümüz Alman sinemasının çok ses getiren yönetmenlerinden Christian Petzold, bir önceki filmi Transit’de bir araya getirmiş olduğu Paula Beer ve Franz Rogowski ikilisini yeniden buluşturur ve önceki filmlerinden oldukça farklı, masal ile gerçeğin, mitoloji ile modern Berlin mimarisinin bulanık sınırlarla bir araya geldiği bir film çıkar karşımıza. Undine, bütün o “sudan çıkmış balık” görüntüsüne karşın, Berlin şehrinin önemli bir müzesinde tarihçi olarak çalışan, tek başına yaşayan, modern bir şehir kadınıdır. Ve isminin doğurduğu tüm beklentilere karşın Undine, sadakatsizliği için öldürmez onu terk eden erkeği. Henüz terk edilmesinin acısını yaşamaya vakit bulamadan, tam da o terk edildiği kafede, endüstriyel bir dalgıç olan Christoph’la tanışır. Undine isminin karanlık tarafını bize filmin ilk yarısında unutturan Petzold, filmin suyla bağlantısını hiçbir zaman unutturmaz ve bu ikilinin tanışması da bir akvaryum kırılmasıyla, onlara yakışacak derecede ıslak bir tanışma olur.
Git gide başlangıcından daha yumuşak bir hikâyeye dönüşüyor gibi gözükür Undine : kırılmış bir kalbin başka bir kalpte bulduğu sevgi ile iyileşme hikâyesine. İsminin derinlerde bir kayada yazılı olduğu sulara götürür Christoph, Undine’i. Ve Undine, aidiyet hissi ile tanışır : ismine, kendine, yanındaki erkeğe ve en önemlisi de bulunduğu yere, suyun derinliklerine duyduğu aidiyet. Belki de ismini taşıdığı Undine yaratığından bir farkı vardır. Belki de Undine’in ruhu yok değildir.
Filmin afişi ve kırılma noktası olan karşılaşma ile birlikte hikâye bir kez daha yön değiştirir. Onu terk eden erkekle tekrar karşılaşmak ona bitmemiş işleri hatırlatır, isminin lanetine yavaşça geri çeker Undine’i. Kendini kendi ruhuna inandıracak kadar kutsal gördüğü bu yeni ilişkisine geçmişin gölgesi yavaşça düşer, güzel olan çirkinleşmeye başlar. Masalsı unsurlar giderek çoğalır, gerçek ve hayal git gide iç içe geçer. Ruhu olmadığına ve erkekleri ona sadık kalmadıkları takdirde öldürülebilecek şeyler olarak gören zehirli bir peri olduğuna kendisini o kadar inandırmıştır ki Undine, bu karşılaşma sonucu yaşadığı doğal heyecanı bile kendisini suçlu hissettirecek, onu karanlık tarafa itecek bir şey olarak görür. Olaylar gelişir ve Christoph’un ona geçmişi yüzünden kızgın bir şekilde ölmüş olduğuna inanan Undine kaçınılmaz olanı gerçekleştirir : sadakatsiz eski sevgilisini öldürür, tabii, onu suyun içinde boğarak. Ve artık kaybedecek bir şeyi kalmamıştır, ait olduğu yere döner, bir su perisi gibi suyun içinde kaybolur. Petzold’un masal ve gerçek kontrastı üzerine oyunları film boyunca devam eder : var olmayan bir telefon konuşması, modern bir şehir kadını mı yoksa su yaratığının ta kendisi mi olduğundan emin oladığımız Undine ve kaybedilen başka bir hayatla yeniden hayat bulan Christoph. Fakat filmin romantizm akımına göndermeleri finalde zirveye ulaşır. İki yıl sonra hayatına devam etmiş gözüken Christoph, Undine’in aidiyet duygusunu tattığı o yerde, suyun derinliklerinde, adının yazdığı kayanın orada tekrar bulur Undine’i. Hayal mi, gerçek mi, emin olamaz; seyircinin de artık hiçbir şeyden emin olmadığı gibi. Ondan kendisine bir hatıra aldıktan sonra hayatına devam etmek üzere evine dönen Christoph’a biz de Undine’in baktığı gibi bakarız : uzaktan ve suyun içinden. Sonra da Undine gibi suyla bir oluruz.
Filmi bitirip dönüp de şöyle bir baktığımızda, Undine’i yalnızca bir aşk hikâyesi olarak sınıflandırmak yanıltıcı olacaktır. Undine bir karakter hikâyesi; kendi isminin lanetinin içinden çıkamayan bir kadının hikâyesi. Ve tabii ki, tüm masalların ve mitolojik öykülerin en çok beslendiği maddeden besleniyor : aşktan. Christian Petzold, dibi tam da gözükmeyen, biraz tekinsiz ama oldukça sakin bir suyu anlatır gibi örüyor hikâyesini. Ve geride bırakmış olduğumuz zorlu 2020 yılının en romantik filmine de böylece imza atmış oluyor.