Gözlemlediğim kadarıyla, geçtiğimiz yıl çevrimiçi platformlar dolayımı ile seyircisine ulaşan Burhan Qurbani yönetmenliğindeki Berlin Alexanderplatz filmi, izleyicisinde kimi ayrımlara sebebiyet verdi: eski Berlin Alexanderplatz’ları okuyan/izleyenler ve Berlin Alexanderplatz’ı ilk defa duyanlar. Birinci grup filme eleştirel ve temkinli yaklaşırken, ikinci grup ilk defa dinledikleri bu hikâye karşısında etkilendi ve büyük ölçüde bu filmi sevdi. Roman adaptasyonu film yapmanın zorluğu da burada yatıyor olsa gerek. Romanı nasıl ele aldığın, ne kadar sadık kaldığın, hangi temaları öne çıkardığın; bütün bunlar yönetmen ve senaristin inisiyatifinde. Qurbani’nin kendi versiyonunda aldığı risk yalnızca romanı bambaşka şekillerde yorumlamak değil, daha önce iki kez filmi yapılmış bir romanın bir üçüncü filmini yapmaya kalkışması. Nitekim sağlıklı bir yorum yapılabilmesi için, Berlin Alexanderplatz’ın romandan filme yaptığı yolculuğun hatırlanması, Franz Biberkopf’un öyküsünün bir kez daha dinlenmesi gerektiği kanaatindeyim.
Alfred Döblin’in Berlin Alexanderplatz’ı kimine göre modern olanın bir sonuçtan ziyade bir düşünce olarak nüfuz ettiği ilk ve en önemli romandır. Kitabın bu denli öne çıkmasını sağlayan şey şüphesiz ki kitapta kullanılan montaj tekniğidir. Ana karakter Franz Biberkopf’un etrafında şekillenen bir temel hikâye olsa dahi, kitap boyunca haber bültenleri, seyyar satıcılar ve yan hikâyeler sürekli yoğun bir şekilde kendilerini gösterirler. Bu hikâyelerin büyük bir çoğunluğunun, Biberkopf’a doğrudan, ya da ana olayların gidişatına bir etkisi yoktur bile. Bu hikâyeleri ekleyerek Döblin’in yapmaya çalıştığı şehrin, Berlin’in de bir resmini çizmektir. Döblin’in gözünde, mekân ve karakter; Biberkopf ve Berlin eşit derecede önem taşımaktadır. Gösterilmeye çalışılan dünyanın en modern şehirlerinden biri olan Berlin’in sade bir vatandaşın hayatına ne şekilde müdahale edebildiği, onu ne ölçüde şekillendirebildiğidir. Genel bir Berlin portresininin de ötesinde, kitabın yazıldığı dönemde Alexanderplatz tek başına olağanüstü bir değişimin parçasıydı. Alexanderplatz, bağlı olduğu daha büyük toplumsal yapının sürekli olarak yıkılışını, ama aynı hızda yeniden inşa edilişini simgeler.
Kitaptaki en önemli temalardan bir tanesi, nasıl modern bir şehirde yaşayan bireyin dışsal etki ve bilgiye üstüne bombalar yağarmışçasına maruz bırakıldığıdır. Bir gün içerisinde; gazetelerden, radyolardan, eğer gidiyorsanız sinema filmlerinden; sürekli olarak politik slogan ve propogandalar, reklam cümleleri ve amiyane tabirle söylemler duyuyorsunuz. Bütün bunlar, birer rutin. Yalnızca duyduklarınız değil, gördükleriniz de var. Sokaktan aşağıya yürüyün, duvarlara yapıştırılmış reklam afişleri ve panolar göreceksiniz. İşte bütün bunlar, modern şehir vatandaşının bilinçaltını oluşturan parçalar. Döblin’in göstermeye çalıştığı yalnızca bu bilinçaltının nasıl oluşturulduğu değildir, aynı zamanda onun nasıl yok edildiğidir. Bu parçalar, birbirini olumlayan ve paralel giden olgular bütünü değil; çakışan düşünce bulutlarıdırlar. Bu bulutların altında yürüyen birey ise, bütün bu karmaşıklıktan bir anlam çıkarmaya çalışırken, oluşan bilinçaltı ile birlikte, benliğini de yıkar.
Bu sorun yeni oluşmuş bir şey olmamasına karşın; o dönemde elle tutulur bir hâle bürünmüştür. Bugün ise, acı bir gerçeklik olarak hepimizin birer parçasıdır. Etrafımızı saran medya organları ve söylemleri; bizi bir şeyler almaya ikna etmeye çalışan, bizi belli politik organ ya da partilere sempati duymaya iten, bizi sınırları önceden çizilmiş fikirlerin içinde düşünmeye zorlayan, bizi Tanrı’ya inandırmaya ya da ondan nefret ettirmeye çalışan kitlesel medyadır. Ruhumuzu ele geçirmeye çalışan herkes ve her şey. Bilinçsizce, bütün bir hayatımız boyunca gündelik bir parçamız olarak yaşıyorlar. Biberkopf’un betimlenmesindeki ilginç noktalardan bir tanesi nasıl bütün bir mental kelime dağarcığının bu dışsal etkiler dolayımıyla oluşmuş olmasıdır. İyi hissettiği bir günde sokakta yürürken, kendi kendine radyoda duyduğu mutlu bir reklam melodisi mırıldanır. Zor bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman, yalnızca iki karşıt kutup arasında bir seçim yapma zorunluluğunda hisseder. Bu, günümüzün ya da hayatımızın belli kısımlarında, hepimizin gerçekliğidir. Ve bütün bunları söylerken, Döblin’in bir tek öğüdü vardır modern insana: Dikkatli olmalısın.
1930 yılında, Biberkopf’un hikayesinin bir radyo oyununda yorumlanması planlanmıştı bile. Ancak bu oyun, bir son dakika kararı ile iptal edildi; hiçbir zaman oynanmadığı gibi hiçbir açıklama da yapılmadı. Yayının yapılmamasının sebebi, radyonun sahiplerinin Nazi iktidarına karşı olan korkuları ve çekinceleriydi. Döblin’in sol görüşlü ve Yahudi bir yazar olduğu bilinen bir şeydi. Sadece bu bile, radyonun neden bu oyunu yayınlamak istemediğini anlamamızı sağlayacak ölçüde.
Döblin’in bu radyo oyununda söyleyecek çok fazla şeyi vardı. Biberkopf’un hikâyesinin bu uyarlama senaryosunun tek yazarı oydu. 1931 yapımı, Phil Jutzi yönetimindeki ilk Berlin Alexanderplatz filminde ise, radyo oyununa kıyasla, söyleyecek daha az sözü ve daha az alanı vardı. Bu filmin yapımcıları, ortaya çıkacak olan yapıtın fazlasıyla avant-garde olmamasını, ve dönemin yaygın film türüne uymasını sağlamak istiyorlardı. Bu sebeple Biberkopf, bu filmde, oldukça güçlü, tutarlı ve otonom bir birey olarak gösterilmiştir. Başka bir deyişle, romanda gösterilen Biberkopf’un tam tersi olarak sunulmuştur. Kitapta Biberkopf kırılgandır, sürekli oradan oraya savrulur, bazen sağ görüştedir, bazen sol görüştedir, bazen bir Nazi sempatizanıdır, bazen ılımlı bir liberaldir, bazen heteroseksüeldir, bazen homoseksüeldir, bazen sabıkalı bir suçludur, bazen de der ki “Hayır! Ben düzgün ve duyarlı biri olacağım!”. Biberkopf dengesizliğin vücut bulmuş halidir. Ancak bu ilk filmde bunun çok azı bize aktarılır. Neşeli tınılar eşliğinde, mutlu ve optimist bir tonda, bu filmin söylemeye çalıştığı şey bireyin bu modern kaos içerisinde kendi iki ayağı üzerinde evvela yıkılmadan durabileceğidir. Şüphesiz ki otonom ve umursamaz olabilirsin. Yapman gereken tek şey dosdoğru ve dürüst olmaktır, gerisi kendi kendine düzelecektir. Bu düşünce, kitabın yüzüne atılmış sert bir tokattan farksızdır. Kitap boyunca Biberkopf, otonom olabileceğini düşünür ve buna inanır, ama olamayacaktır, olması da imkansızdır. Sürekli başka insanlara ve dış etkilere güvenmek ve sırtını onlara yaslamak durumundadır. Bu musmutlu film, kitabın amaç ve misyonuna bütünüyle ters gitmektedir.
Enfant Terrible: Rainer Werner Fassbinder Söylemi
Fassbinder filmi romanı çok daha yakından takip eder. Bir örnek vermek gerekirse: romanda Biberkopf’un, kimileriyle cinsel olmak üzere, çokça kadın ile ilişkisi olmaktadır. Kitabı ilginç kılan etkenlerden biri de okuyucunun bu kadınların hepsi ile tanıştırılması ve onların karakterizasyonudur. Phil Jutzi filminde bir düzineye yakın sayısı bulunan bu kadın karakterler, yalnızca iki kadına indirgenmiştir. Fassbinder versiyonunda ise, hepsini görme imkânı buluruz. Bu sebeple Fassbinder versiyonu romanı çok daha derinden ve detaylı yansıtır.
Yalnızca yapısal olarak değil, tematik olarak da romanın taşıdığı Fassbinder’i etkileyen elementler vardır. Bunlardan en apaçık olanı, özellikle Fassbinder sinemasına aşina olanlar için, homoseksüellik ve lezbiyanizmin kullanımıdır. Döblin bu cinsel yönelimlere romanın birçok noktasında yer verir ve bakış açısı da bu yönelimleri normalleştirmeye yöneliktir.Onlar gündelik hayatın birer parçasıdırlar. Ona göre, kendini heteroseksüel olarak tanımlayan insanlar bile zaman zaman hemcinslerine ilgi duydukları dönemler geçirebilirler ve geçirmektedirler. Döblin bu temayı ne yücelterek göğe çıkarır, ne de yerin dibine gömer; bunu sadece yaşamın ayrılmaz basit bir uzantısı olarak değerlendirir. Döblin’in homoseksüelliğe ya da biseksüelliğe karşı olan bu tutumu, Fassbinder’in takdir ettiği bir şey olsa gerek.
Romanın, Fassbinder’in hoşuna gitmiş olabilecek bir diğer özelliği de bir konsept olarak suça ve suçluluğa karşı olan yargılamayan tutumudur. Bu insanlar, yani suçlu olarak adlandırdıklarımız, toplumun sınırlarında bulunmaktadırlar. Döblin ahlaklı/saygı duyulası olmak ile suçlu olmak arasında geçişli bir ilişki görmekteydi. Ona göre, toplumca saygı gören insanların büyük bir bölümü sıkça kriminal eylemlerde bulunmaktaydılar. Benzer şekilde, toplumca suçlu olarak yaftalanan insanlar hayatlarının ve günlerinin büyük bir bölümünü son derece normal insanlar olarak geçirmekteydiler. Döblin, bu ikisi arasındaki ayrımı keskinleştirmekten kaçınıyordu. O ,normal insanların normalliğinden ziyade, varlıklarını tescilleyememiş, uçlarda bulunan suçlu insanlara daha büyük sempati duymaktaydı. Onun için ortalama bir burjuva, bu toplumun hayali uçurumlarının kenarlarında duran insanlardan daha ahlaklı ya da daha iyi değildi. Bu bakış açısı da Fassbinder için karşı durması zor bir atraksiyon.
Fassbinder, romandaki karakterlerin nasıl hissettikleri, nasıl giyindikleri, neler söyledikleri ve kim oldukları konusunda kendi söylemini yaratır. Ancak eğer orijinal romana karşı olan bir sadakat meselesi ele alınacaksa, Fassbinder versiyonunun çok daha sadık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu, filmin sonuna, epilogue bölümüne gelene kadardır. Romanın bitişi umut kırıcı olduğu kadar kafa da karıştırıcıdır. Döblin’in ne demeye çalıştığı çok açık değildir. Belki Döblin de kendi ne demek istemeye çalıştığından çok emin değildir. Romanın sonundaki bu bilinmezlik ve gizem Fassbinder’a kendi sonunu yaratma hakkını ve imkanını tanıyan unsurdu. Fassbinder kendi sonunda olayı bambaşka boyutlara taşır ve izleyiciyi modern dünyanın özüne doğru bir yolculuğa çıkartır. Bu, Fassbinder’in bakış açısıdır. Ya da belki de Döblin’ininkidir, hiçbir zaman bilemeyeceğiz, zira ikinci bir Berlin Alexanderplatz yoktur.
Qurbani ve Beklenen Son
Qurbani, 2020’de çektiği kendi Berlin Alexanderplatz’ında Döblin-Jutzi-Fassbinder vizyonundan çok farklı bir yerde değildir, çağın resmini sunması gerektiğinin son derece bilincindedir. Yapmak istediği ise, kendi çağının, bizim çağımızın resmini çizmektir. Franz Biberkopf artık hapishaneden çıkıp topluma ayak uydurmaya çalışan bir ‘beyaz adam’ değil, okyanusta batmakta olan bir mülteci vapurundan kaçarak kurtulup Berlin’e ayak basan ‘siyah adam’ Franz’dır. Kaderi ise aynıdır: idealsizliğin uçurumunda sürüklenmeye mahkûmiyet. Qurbani, günümüz dünyasında Biberkopf gibi mağdurların artık şekil değiştirdiğini ve farklı şekillerde toplumda karşımıza çıktığını bize söylemeye çalışmaktadır. Kargaşanın ateşi ise halen kent kimliğine gömülü durmakta, Alexanderplatz’ta cereyan etmekte, ve etmeye de devam edecektir. Biberkopf’un hikâyesi farklı biçimlerde ve vücutlarda da olsa, bütün bir toplumun bilincinde tomurcuklanacak ve büyüyemeden budanacaktır.
[1] Jelavich, P. (2009). Berlin Alexanderplatz: Radio, Film, and the Death of Weimar Culture (First ed.). University of California Press.