Ulus Baker, bir seminerinde (Sanat ve Arzu, 1998), Spinoza’nın Etika’sına şu sözlerle değinir: “İnsan eksikli ve ölümlü bir varlıktır. Her zaman edimsel olarak sınırlarını aşabilmeye muktedirdir. Bir varlık olma anlayışıdır: ki, etik de zaten bu demektir. Etiğin hedefi; sürekli olarak, verilmiş sınırı aşabilmektir. Sınırın aşımı ise, sonsuzluktur.”
Billy Brown da tam anlamıyla kendi içinde sonsuzdur, sonsuz varyasyonlara sahiptir. Yaşamak için bir sınırı yoktur. Henüz çocukluk yaşlarından itibaren aile içinde tek başına göğüslediği bir hayat yaşamaktadır. Anne ve baba kavramları alışılagelmiş mahremiyet ölçülerinin oldukça dışındadır. Ne anaç, verici, sevecen ve her koşulda çocuğu için ölümü göze alan bir anneye ne de toplayıcı, bütünleyici, otoriter bir babaya sahiptir. Billy Brown’un ailesi, son derece alternatif bir yaklaşımla resmedilir.
Film, Vincent Gallo’nun yazıp yönettiği, başrolünü üstlendiği ve müziklerini performe ettiği dörtlü güç komplikasyonundan oluşur. Bağımsız sinemanın başarılı örnekleri içinde yer alan Buffalo ’66 tam da adıyla müstesna, Buffalo’da (NY) Amerikanvari aile modelinin zamanla erozyona uğrayışını konu alır. Söz konusu erozyon, öğrenilmiş kalıp yargıların ihlâliyle paralel gitmektedir. Billy’nin annesi, erk tekelinde konuşlanan futbol ideasına ithafen “Amerikan Futbolu” hayranıdır. Hayatının hiçbir evresinde Buffalo takımının maçını kaçırmaz. Sadece bir gün kaçırmak zorunda kalır. O gün ise Billy dünyaya gelir ve Buffalo takımı, bir daha asla oynadığı maçları kazanamaz. Billy’nin lanetlenmiş hayatı böyle başlar. O, annesinin hazlarına büyük bir engel olarak doğmuştur. Genetik kod pişmanlığını tespit ettikten sonra, filmin ilk sorunsalı “anne”ye değinmek gerekir.
Hikâyenin temeli; Billy’nin tahliye sonrası ailesini ziyaret edişinin bir günlük zaman dilimine dayanıyor. Annesine söylediği yalanları desteklemek için evli olması gerekiyor ve birkaç saatliğine eşi gibi davranacak birini buluyor. Kurgusal gelişim, buraya kadar normal ilerliyor; ancak “Neden?” diye sorgulatıyor bizi. Şöyle ki; Billy annesine kendini tamamen sevdirebilmek için kazanma umudu sıfıra yakın olan Buffalo takımına 10.000 dolarlık bahis oynuyor ve yarışı kazanamadığı için hapis cezasına “dolaylı yoldan” mahkûm ediliyor. Kodes yılları içinde, ailesine çok uzaklarda olduğunu ve güzel bir kadınla evlendiğini söylüyor. Aradan geçen beş yılın ardından Billy, eve karısı olmadan dönmek istemiyor. Rastgele önüne çıkan genç bir kadını kaçırmak zorunda kalıyor ve aile buluşması için sürükleyici bir senaryo yazıyor.
Film, dramatik bir anlatımın derdine düşürmüyor seyirciyi, yaşananları olduğu gibi kabul ettiriyor. Her bir sahne, içten içe filme güven duygusu yaratıyor, ötekilerin görünürlüğüne zemin hazırlıyor. Çoğunluk olmanın konforunda büyüyen iyi aile çocuklarının aksine, Billy bir yabancıyı hayat arkadaşı olarak ailesiyle tanıştırabiliyor. Hem de bunu Layla’yı hiç tanımadığı hâlde gerçekleştiriyor. Dejenere oluşunu her fırsatta olası detaylarla hatırlatıyor. Nihâyet, birkaç saat sürecek olan plânın eşiğine geliniyor. Billy ve Layla, aile evine mutlu bir çift olarak girmek için anlaşıyor. Peki, Layla hiç tanımadığı ve kendisini kaçıran bu adamın söylediği her şeyi neden kabul ediyor? Duygusal bütünlenmeyi başaramadığı için herkese inanıyor, kandırılıyor ve en acısı da sahiplenilmek istiyor. Layla, düşlediği erkek imgesiyle Billy’i bağdaştırıyor. Bu tekinsiz adamın peşinden gidiyor, kendini teslim ediyor. Belki de zıt kutupların çekimine inanıyor. Vejetaryen olmasına rağmen aile evinde et yemeyi kabul ediyor. Billy’den hamile kaldığını ve kocasına ilk günkü kadar âşık olduğunu itaatkâr bir yalan içinde anlatıyor. Eş rolünü, yıllardır sahneye çıkma hayali kuran bir oyuncu edasıyla sergiliyor. Gecenin sonunda herkes evden mutlu bir şekilde ayrılıyor. Tabii bir kişi hariç: Billy. Belki de en başından beri Layla’ya karşı fevri davranışlarının sebebini ondan hoşlanmaya başlaması oluşturuyor. Çünkü sevmenin ne olduğunu deneyimlemediği için sevilmekten korkuyor. En sonunda sevgisizlik Billy’i, mizojinist bir karaktere çeviriyor. Başta annesi olmak üzere, tüm kadınlardan nefret ediyor. Onları çirkin, bencil, kötü ve şeytan olarak görüyor. Onaylanmadığı her ilişkide kurban rolünü üstleniyor. Bu nedenle de Layla’nın iyi biri olması Billy’i huzursuz ediyor.
Layla ve Billy, birbirine tamamen zıt karakterler gibi tasarlanmak istenilse de senaryo bunu pek başaramıyor. İkisi de hayal kurmuyor. Bu tutum, mutsuz oldukları için ya da gelecekten beklentisiz oldukları için değil; hayatı, hayal kurarak harcamak istemedikleri için gerçekleşiyor. Çünkü Billy ve Layla, kim olmak isterlerse o olabiliyorlar. Üstelik bu mücadele, en çok da kimse olmamak için veriliyor. Kahraman olup kendi hayatlarını yaratıyor ve anı paylaşıyorlar. Onların dünyası tutarsız fakat derin, sonsuz ve muazzam gerçekliklerden oluşuyor.
Öte yandan Buffalo ’66, kadına ve anneye biçilen görevleri de reddediyor. Çocuğunun bakıcısı, koruyucu meleği ve rahibe anne rollerinin çok dışında bir tutum sergiliyor. Billy’nin annesi, yemek ve temizlik yapmak için yaşamıyor hayatını. O, hayatı dolu dolu ve kendi için yaşıyor. Oğlunun çikolataya alerjisi olduğunu bile önemsemiyor ve sık sık unutuyor. Çünkü neden hatırlasın ki? Kendisi çikolataya bayılıyor. Layla ise sona doğru mizaç olarak güçleniyor ve karakter dönüşümünü tamamlıyor. Güç dengesi Billy’nin değişimine ihtiyaç duyuyor. İlişki kurmak istediği kadını av konumuna düşüren erkeklerin aksine Billy, kurbanvari bir portre çiziyor. Gece boyunca Layla’nın cinsel çekiminden kaçıyor ve onun kadın değil sadece bir insan olarak yanında kalmasına izin veriyor. Bakılanın erkek olduğu nadir filmlerden biri olarak karşımıza çıkıyor Buffalo ’66 ve Billy’nin Layla’ya sarılıp, anne karnında bir bebek gibi uyuyakalmasıyla bütünleniyor.
Sonun başlangıcı yaklaşıyor. Adam, sevmeyi kabul ediyor: Billy hayatında ilk defa hayal kuruyor, hayal kurmak için çabalıyor. Tabii ki Layla ile yapıyor bunu.