“Ruhlarımızın neyle yoğrulduğunu bilmiyorum ama onunkiyle benimki aynı hamurdan.”
Emily Brontë’nin kısa ömrüne sığdırmış olduğu tek romanı Uğultulu Tepeler’den en akılda kalan, en ikonik sözlerdir bunlar. Andrea Arnold’ın 2011 uyarlaması Wuthering Heights filminde ise bu sözleri duyamadan Heathcliff’in peşine takılır, odadan çıkar gideriz. Çünkü bu sefer hikâyeyi kitaptaki anlatıcısı Nelly Dean’den değil, Heatchliff’in ta kendisinden dinleme zamanıdır.
Daha önce başka yönetmenlerce birçok kez perdeye ve ekrana uyarlanmış olan İngiliz Edebiyatı klasiği Uğultulu Tepeler’in diğer uyarlamaları kitabın gotik ruhunu yok sayarak ondan romantik bir hikâye biçmeye çalıştıklarından ve koyu tenli olduğu bilinen Heathcliff karakterini Tom Hardy gibi oyuncularla bize sunduklarından hep yetersiz kalmıştı. Andrea Arnold’un versiyonu ise, heyecanlı bir aşk hikâyesi yaratmak gibi bir derdi olmadığından, Uğultulu Tepeler’e önceden denk gelmemiş seyirci için izlemesi zor, sıkıcı, hatta sıkıcılığıyla şaşırtıcı olabilecek bir film olarak çıkıyor karşımıza.
Yönetmenin kendisi de filmi tamamladıktan birkaç yıl sonra Tribeca Film Festivali’nde vermiş olduğu bir röportajda “bakması zor” olarak nitelendiriyor filmini; filmin çekim sürecinin kişisel olarak da karanlık bir dönem olduğunu, bu depresifliğin ekrana yansıdığını ekliyor. Bir yandan karşımızda kesinlikle “bakması zor” bir film varken diğer yandan ise Uğultulu Tepeler gibi bir kitabın filmi ortaya bakması zor bir iş çıkarmadan nasıl yapılabilirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Uğultulu Tepeler ile ilgili anlamamız gereken ilk şey; hikâyenin bir üst sınıf, hatta bir medeniyet hikâyesi olmadığıdır. Bu, dönemin İngiliz yazarları Jane Austen ya da diğer Brontë Kardeşlerin romanlarından alışık olduğumuz üzere içinde bulundukları toplumun nezaket kurallarıyla uyumlu yaşamakta olan insanların hikâyesi değil. Bu, Yorkshire bozkırlarında izole bir hayat sürdüren, bozkırların doğası kadar vahşi ve yalnız insanların hikâyesi. Normal olarak sınıflandırabileceğimiz her şeyden ve medeniyetten uzakta, zor doğa şartlarında vahşi birer hayvan gibi var olmaya alışmış bu insanlara kitapta Londra’dan ilk kez Yorkshire bozkırlarına gelmiş Lockwood karakterinin gözünden bakarız. Öyle bakabildiğimiz için de daha belirgin hale gelir bu insanların ne kadar kendilerine ait bir dünyada yaşıyor oldukları.
Andrea Arnold ise bir anda bırakıveriyor bizi o yaban dünyanın içine. Doğa-insan bağlantısı kitapta nasıl hiçbir zaman bir ana tema olarak varlığını unutturmuyorsa okuruna, filmde de aynı şekilde varlığını sürdürmeye devam ediyor. Doğanın hırçınlığının altını çize çize, adım adım kuruyor karakterlerin hırçınlığını Arnold. Doğayı, ölümü ve karakterlerin yabanlığını hiç romantikleştirmeden, kitabın çirkinlikle iç içe özünü koruyarak aktarması filmin benim nazarımda en büyük başarısı.
Kitabın sevenleri tarafından filmin en çok tartışılan noktalarından bir tanesi Heathcliff karakterini siyahi bir oyuncunun (çocukluğunu Solomon Glave, gençliğini James Howson) canlandırıyor olması. Irkçı temellere dayanmayan bu eleştirinin asıl anlatmaya çalıştığı Heathcliff karakterinin daha küçük yaşlarda görmeye başladığı nefret, aşağılanma ve eziyetleri ırka bağlıyor olmanın senarist adına tembel bir çözüm olduğu yönünde. Çünkü Heathcliff’e duyulan nefret, Uğultulu Tepeler’in uzun yıllara yayılan hikâyesinin temel yapı taşı. Ve bu, o kadar katmanları olan, o kadar dallı budaklı işlenebilecek bir nefret ki konuyu salt ırkçılığa bağlamak senarist adına işleri kolaylaştırmış olarak görülüyor.
Kitaba baktığımızda Heathcliff’in etnik kökenine dair çok az bilgi olduğunu görürüz. Diyalog aralarında egzotik kökenli ve koyuca tenli bir çingene çocuğu olarak betimlenen Heathcliff ile ilgili Emily Brontë’nin bize anlatmaya çalıştığı şey; onun tam olarak nasıl gözüktüğü ya da nereden geldiğinden çok, diğerlerinden farklı görüldüğü gerçeğidir. Bilinmeyenden korkan, farklı olanı taşlamaya alışmış insan doğasını, Heathcliff’in çocukluğundan beri tabi tutulduğu ötekileştirme üzerinden işler Brontë. Bu ötekileştirme içinde yaşadığı yalnızlık ve o yalnızlık içinde Catherine’le kurduğu bağ hikâyenin ekrana aktarılırken değiştirilmemesi gereken asıl özüdür. Arnold, bu özü temiz tutarak, darmadağınık bir hikâyeyi en basit şekilde anlatmaya çalışır izleyicisine. Heathcliff’in siyahi bir karakter olarak bize sunulması ise bunun bir sonucu olarak görülebilir; ki karakterin siyahi olmadığına dair de elimizde herhangi bir kanıt olmadığına göre, her hâlükârda, Ralph Fiennes ve Tom Hardy canlandırmalarından sonra oyuncu seçimindeki bu değişiklik Uğultulu Tepeler dünyasına yeni, temiz bir nefes getiriyor diyebiliriz.
Film ile ilgili yönetmenin bize en kuvvetli hissettirdiği şey ise izlemekte olduğumuz filmin Uğultulu Tepeler dünyasına hâkim, kitabı iyi anlamış bir yönetmenin ellerinde olduğu. Bunu sadece yaratmış olduğu atmosferden değil, hikâye içinde yapmaya kendinde hak gördüğü değişikliklerden de anlamak mümkün. Kitapta Lockwood karakteri Londra’dan Yorkshire’a gelir ve Nelly ile tanışır. Nelly ona bir hikâye anlatmaya başlar: Catherine ve Heathcliff’in hikâyesini. Kitabı bu sene tekrar elime aldığımda daha önce üzerinde çok durmamış olduğum bir düşünceye kapıldım: Catherine ve Heathcliff arasında gerçekten neler olduğunu, Nelly onları gözetlemediği hiçbir anda bilmiyorduk. Yani, ana karakterlerle aramızda bir değil, iki karakterden oluşan bir duvar vardı ve kitapta yazılmamış çok şey bırakılmıştı. Okuyucusuyla karakterleri arasına koyduğu mesafeyi kitabın en güçlü özelliklerinden biri olarak görsem de, hikâye Catherine ya da Heathcliff tarafından anlatılmış olsa ne kadar farklı şeyler okuyor olabilirdik diye düşünmeyi oldukça heyecan verici buldum.
Aynı heyecana kapılmış olsa gerek ki Arnold, yalnızca hikâyeyi Heathcliff’in açısından anlatmakla yetinmez; kitapta bir üçüncü şahıstan dinlediğimiz için hiç tanıklık edememiş olduğumuz anları yaratır, yazılmamış boşlukları ufak ufak doldurur. Filmin eleştirilme sebeplerinden bir başkası ise bu boşlukları dolduran sahnelerden biri olan, nekrofilinin açıkça resmedildiği sahnedir. Heathcliff, Catherine’in ölü bedenine, canlısına hiç dokunamadığı gibi dokunur ve rahatsız ediciliği ile Uğultulu Tepeler’e cuk diye oturan bir sahne eklenmiş olur Catherine ve Heathcliff’in hikâyesine. Kitapta olmayan şeyler eklediği için orijinaline sadık kalmamakla itham edilse de Arnold’un buna benzer girişimlerini ben sadece kitabı ne kadar benimsemiş olduğunun birer örneği olarak görüyorum. Çünkü ancak Heathcliff karakterini gerçekten tanıyan bir senarist kitaptaki nekrofili tınılarını zihninde birleştirip, “Nelly’nin tanıklık etmemiş olduğu anlarda Heathcliff Catherine’in ölü bedenine tecavüz etmiş olabilir.” diye düşünebilir. Bu, o kadar Heathcliff karakterinin o noktada yapmış olabileceği bir şeydir ki kitabı tanıyan izleyicisinde tam olarak bir şok etkisi bile yaratmaz, sadece Heathcliff’in karanlık karakterinin altını çizer.
Cama usulca vurup duran kırık dallar, uğuldayan rüzgâr eşliğinde dans eden kuru otlar, gün ışığında uçuşan kuş tüyleri… Andrea Arnold’ın sinemasının beni en etkileyen kısmı filmlerinde detaylarla kurduğu ilişki. Bunu Wuthering Heights’da da büyük bir ustalıkla ve sakinlikle kuruyor. Ama tabii hikâyeyi o sakinlikle, o kadar detay ile buluşturabilmek filmin bir yerden de feragat etmesi demek oluyor. Hikâyeyi olabildiğince basit bir şekilde aktarmak adına yönetmenin verdiği bir başka karar ise kitabın hepsini değil, bir kısmını uyarlamak ve yalnızca bir noktayı odağında tutmak oluyor: Heathcliff’in karakter arkını.
Hikâyesini sadece kitabın yarısına kadar getiriyor Arnold. Heathcliff’e dair kitabın sonlarında öğrendiğimiz detayları da bu yarıya ekliyor ve böylece Heathcliff’in zavallı bir çocuktan zalim bir yaratığa dönüşme yolculuğunu da tamamlamış oluyor. Kitabın kesinlikle daha az önemli olmayan diğer yarısında Heathcliff’in bu dönüşümden sonra yaptığı kötülükleri, kendi içinde Catherine’in hayaleti ile verdiği savaşları, ona Catherine’i hatırlatan herkese gösterdiği psikolojik ve (küçükken kendisine gösterilenden pek bir farkı olmayan) fiziksel eziyetleri görürüz.
Bir gün bir Uğultulu Tepeler uyarlaması hakkında yazarken bahsedeceğimi hiç düşünmediğim bir yerden örnek verecek olursam; Wuthering Heights filminin, bu açıdan, Batman’in hikâyesi içinde var olan bir kötü karakterin nasıl kötü bir karaktere dönüşmüş olduğunu izlediğimiz Joker (2019) filminden pek bir farkı yok diyebiliriz. Burada kafa karıştırıcı bırakılmış tek nokta ise filmin adı : Wuthering Heights, yani Uğultulu Tepeler. Kitabın adını taşıyarak seyircisinde bir tam kitap uyarlaması beklentisi uyandırmak yerine “Heathcliff” ismi altında sunulmuş olsaydı, seyircisince daha net anlaşılan bir Uğultulu Tepeler uyarlaması olarak anılabilirdi Wuthering Heights.
Her şeyin çamurla kaplı olduğu, rüzgar uğultusunun diyalogdan fazla yer kapladığı bu garip ve küçük filmi, filmin ruhuna eşdeğer indie bir parça ile, Mumford & Sons’’ın The Enemy parçası ile sonlandırıyor Arnold. Mükemmele yakın gördüğüm filmini bitirirken, hikâyenin aslında orada bitmediğinin, Heathcliff’in hikâyesinin git gide ona benzemeye başlayan Hindley ile, Catherine’in kızı Cathy ve kendi oğlu Linton ile, bir kitabın sayfaları arasında var olmaya devam ettiğinin de sinyallerini vermeyi ihmal etmiyor.