Sinema, düşsel gerçeğin adalet temsilcisidir. İmgeler zincirinin en temel yapı taşı olma özelliğini bir kenara bıraktığında, kurgusal devinimlerin merkezine yolculuk eder. Sorgulamadan kabul edilen görseller bütününe dönüşür. Ancak, birçok kez bu büyülü fener, kendi ışığında süzülür ve bilinç akışımızda bireysel tezahürümüzle buluşur. Haddinden fazla gerçek ötesi yaptırım kuramları uygular, kendi realitesini yaratır. Alıcının bireysel kodlarıyla uyum sağlar.
İlk tahlilde, insanlık dışı bir itham ve sistematik çöküş olarak Köpeklerin Günü adıyla Türkçeye çevrildiği düşünülen film, aslında öteki olma durumunun anlamlararası temsiline değinir. Keza, hikâyede yavaşça ilerleyen öteki kavramı, analitik olarak toplumdaki kabul görüşe ve uğranılan hak ihlâline birçok filmle defalarca değinmiştir. Derinlemesine bir anlam arayışı hâlinde, filmin “köpek” terimi üzerinden homo-normatif bir ilişkiye gönderme yapma düşüncesi hem eleştirileri üzerine çekmekte hem de kendi içinde hetero-normatif yapıyı ters yüz etmektedir. Fakat sanılanın aksine, kullanılan Köpeklerin Günü söylevi, söz dizimsel olarak gösterdiği aşağılama, kin ve nefret gibi anlamları ifade etmez. Sidney Lumet’in başyapıtları arasında anılan Dog Day Afternoon; köpek takım yıldızının helyak doğuşu sebebiyle yılın en sıcak periyoduna denk gelen dönemleri için kullanılmaktadır. Kavurucu yaz sıcaklarını nitelemek amacıyla bu günlere köpeklerin günü denilir. Filmin konusu John Stanley Wojtowicz’in gerçek hayat hikâyesinden esinlenmedir ve 22 Ağustos 1972 tarihinde Brooklyn, NY’daki bir banka soygununa odaklanır.
Sıcak ve güneşli bir yaz günü, kendi hâlinde insanların hayat hikâyelerinden kesitlere değinerek başlayan film, New York’un kapital güce boyun eğişini, işçileri, sokaktaki insanları ve çarpık mimarinin yarattığı iç içe geçen huzursuzluk hissiyle bütünlenmektedir.
İki arkadaşın, bir bankayı soyup şehirden kaçma plânları üzerine kurulan yapı, sonrasında gün yüzüne çıkan aksiliklerin merkezine seyirciyi konumlandırır. Ancak tüm olasılıklar, klâsik soygun filmlerindeki karakter motivasyonundan çok daha farklı bir yerde olay örgüsünü aktive eder. Sonny Wojtowicz (Al Pacino), gay sevgilisinin cinsiyet değiştirme ameliyatı için Brooklyn’in nüfuzlu bankalarından biri olan Chase Manhattan Bank’i soymaya karar verir. İşler plânladığı gibi gitmeyince, suç ortağı Sal (John Cazale) ile banka çalışanlarını saatlerce rehin almak zorunda kalır.
Bürokrasi, işçi hakları ve mağduriyet gibi kavramların sinemasal düzlemdeki karşılıkları sorgulanır. Sonny, soygun için toplumsal normlara uygun, belki de iyi hâl indirimi gözeten bir davalı gibi takım elbise ve kravatla bankaya girer. İşbirlikçi Sal yine aynı tutumdadır. Zararsız, normatif bireyler olarak toplum içinde dolanan bu iki erkek, dış görünümlerinden hiç beklenilmeyecek olayların eylemi içindedir. Zekice kullanılan kılık kıyafet taktiği ve bireylerin bankaya fütursuzca güvenip iradelerini teslim edişi, soygunun kat ettiği yolu hızlandırmaktadır. Bankada yapılan erken sevkiyat nedeniyle sadece birkaç dolar ele geçiren soyguncular bir anda etraflarının polislerce sarılmasıyla kapana kısılır. Böylece on dört saat sürecek bir operasyonun geri sayımına başlanır.
Gösteri Çağında Kamusal Söylem
“Televizyoncular Olmasaydı Hepimizi Çoktan Öldürmüşlerdi.”
Film ağırlıklı olarak tek mekânda geçmektedir. Fakat yan hikâyelerin konuya dahil edilmesiyle katmanlı bir mekân-zaman algısı yaratılır. “Andan ana geçiş” gerçekliğine dikkat çekilir. Bütün gün süren devinim, banka içi ve banka dışı olmak üzere paralel bir kurguda devam eder. Sidney Lumet, tasarladığı bu iki soyguncu karakterini, adeta kabul görmüş bütün yargı kalıplarını eleştirmek için sahneye koymaktadır. Sonny, katoliktir ve inancı gereği asla insan öldürmek istemez. Sal ise vücudunu tanrının mabedi olarak görüp zararlı hiçbir ürün kullanmaz. Bu iki genç adamın inandığı değerler ve yaptıkları eylemler, günümüzde hâlâ devam eden birçok inanç sistemini açık uçlu bir şekilde eleştirmektedir. Karakterler, birbiriyle tezat gerçekliklerin çatışmacı yaklaşımıyla kendilerini ifade eder ve yapılan eylem sosyolojik bir travmaya dönüşür.
[1] Max Weber’e göre; sosyolojinin somut gözlem konusu insan eylemleridir. Eylem, eyleyen veya eyleyenlerin bu eyleme öznel bir anlam ile bağlı oldukları sürece insani bir durumu ifade eder. Eylemin belirleyicisi, yönlendiricisi olan şey, eylemde bulunan insanın eylemi sırasında bu eylemini etkileyen ve yine bu eylemi sırasında kendisine bağlanan sübjektif anlamdır. Sonny ise tüm yansımalarından arınıp, getirdiği mevcut konumu doğal akışına bırakmaya karar verir. Bütün planlarının bozulması ve oyunu kuralına göre oynama çabası onu antikahraman erginliğine kavuşturur. Saatler süren soyguncu rehine ilişkisi, Sonny’nin banka görevlileri tarafından sevilip kabul görmesiyle devam eder. Dışarıda bekleyen polis ordusu, içeriden tamamen umudunu kesmiştir. Rehineler bankadan çıkmak istemez ve Sonny tüm rehinelere bankanın parasıyla pizza söyler. Kapital, yine bir başka kapitale hizmet ederek yeni bir kapitalin dolaşımını destekler. Halkın bankadaki parası, proletaryaya hırsızlar tarafından sağlanan bir adaletle teslim edilir. Robin Hood felsefesi bir paradoksa dönüşür. Kültür endüstrisi ve fast food çılgınlığı ince bir nüansla kendini gerçekleştirir.
Attica’yı Hatırlayın!
Dog Day Afternoon’un geneline yayılan anlam, Sonny’nin hırsız kimliğinin etrafında şekillenir. Ancak Sonny hırsız olduğu kadar farkındalık sahibidir. Halkın sorunlarını gözeten bir aktivist olma özelliği de taşımaktadır. Sal’i mücadeleye örgütlerken sürekli üstünde durduğu konu Attica olaylarıdır. George Jackson’ın 21 Ağustos 1971’de yine bir Köpeklerin Günü’nde San Quentin Eyalet Hapishanesi gardiyanı tarafından öldürülmesini defalarca dile getirir. Olaydan bir hafta sonra Attica cezaevinde ayaklanan diğer mahkûmların otoriteye tepkisi, Sonny’nin soygun yapmaktaki ilham kaynağı olur. Olay anında astım krizine giren güvenlik görevlisi de tesadüfi bir biçimde siyahidir. Sonny, vicdanen bu orta yaşlı adamı rehin almanın yanlış olduğuna karar verir ve onu dışarıya gönderir. Kapıdan çıkar çıkmaz sokaktaki halk güvenlik görevlisine saldırmaya başlar. Çünkü güvenlik görevlisi siyahidir ve bir suç işleniyorsa kesin suçlu olan hep öteki kimliğine sahiptir. Sonny’nin antişovenist tavrı yeniden alevlenir ve polislerle birlikte dışarıda bekleyen öfkeli kalabalığı kendi görüşüne dahil ederek kriz anını lehine çevirir.
“Attica!, Attica!, Attica!. Attica’yı hatırlayın.”
Basın mensuplarının sıcak haber arayışı ve LGBTİ+ bireylerin de dışarıdaki kalabalığa karışıp soyguncuları desteklemesi, Sonny ve Sal’i sisteme başkaldıran birer halk kahramanına dönüştürür. Yaratılan antikahraman portresi bir anda cesur bir savaşçı mertebesine yükselir. Sonny’nin artık geri döndüremeyeceği birçok hatası, yavaş yavaş günah çıkarma eylemine evrilir. Kötü bile olsa bir üne kavuşmuştur ve ünlü olmanın verdiği hazla yaptırım gücünü arttırır. Pop-Art akımının temsilcisi Andy Warhol’a ithafen: “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır.” tezini kanıtlamıştır. Banka içinde kendi hâkimiyetini kurar. O, artık kendisini izleyen milyonların sevgilisidir ve para için soymaya kalktığı bu banka onun şov dünyasına dönüşür. Kendi sahnesinde kendi değerlerini yansıtır ve yaşadığı tüm hayatın hırsını çıkarır. Medya ilk defa halkın işine yarayarak sistemi manipüle eder. [2] Medyanın aracı işlevi görmesinin özelliği, çok ender hâller dışında medyanın müdahalesinin görebileceğimiz ya da bilebileceğimiz şeyleri yönlendirmedeki rollerinin farkına varılmamasıdır. İşte bu sebeple her eylemimizde oldukça titiz davranmamız gerekir.
Dog Day Afternoon, en başarılı soygun filmleri içerisinde anılsa da asla tek başına yalnızca bir soygun filmi değildir. İçinde birden fazla kuramı ve eleştiriyi barındırır. Medyayı, inanç ve siyaset sistemini, bürokrasiyi, küresel yapıyı, cinsel yönelimleri, kadın erkek ilişkilerini ve etnik kökeni sorgular. Keza soygunun ardından kaçıp gitmek için karar verilen ülke isimlerinde bile birer eleştiri tınısı saklıdır. Cezayir’de karar kılan Sonny, kendisine sorulan “Neden Cezayir?” sorusunu “Bilmiyorum.” diyerek cevaplar. Neden Danimarka, İsveç ya da başka bir yer değildir? Bu, tam anlamıyla sistematik yapıya bir göndermedir. Her yerin, üzerinde yaşanılan her toprağın birbiriyle aynı olduğu ve ötekileştirilmenin herhangi bir hastalıktan daha hızlı yayıldığı vurgulanır. Bir mağdur için her yer aynıdır. Çünkü ötekiler her zaman: “Ben beceriksiz ve toplum dışına atılmış biriyim.” telkinine maruz kalır.
Sidney Lumet, Al Pacino ve John Cazale, yüz yirmi dakikalık bir sinema filmine dünya üzerindeki bütün topluluğun kültürel, siyasi ve dini sorunlarını ilmek ilmek işler. Hem kurmaca hem de belgesel formatında sınıflandırılabilecek, insanlık kavramının evrilebileceği tüm olası ihtimallerin çerçevesinde dolanır. Toplumsal analizi, hırsız-polis kavramlarıyla kitlelere sunan yapım, aslında hiçbir bireyin salt gerçeklikte masum olamayacağını; ancak bir o kadar da masumiyetin en şahsiyetsiz kişilerde bile zuhur edebileceğine değinir. Dog Day Afternoon, olayların değil bireylerin ampirik tutumunu dile getirir. Her bir karakteri, yaşadıkları travmaları dikkate alarak kişileri birebir değerlendirmemiz gerektiğini öğreten bir insanlık bildirisi olma özelliği taşır.
John Stanley Wojtowicz’in 1970’ler Amerika’sında, “özgürlüğün ülkesi”nde sevgilisi ile maruz kaldığı öteki politikası sadece filmin kısa bir kesitidir. Hayatının banka soyma eylemi bile bu kadar sancılıyken tüm ömrünü asla ait olamadığı bir yaşamın içinde geçirir. Hissettiği buhran ve karakter çatışması filmin konusunu güçlü kılan diğer önemli sorunlardan biridir. Wojtowicz, bedene, topluma ve dünyaya sıkışıp kalan bir ruhun bağımsızlık düşüdür.
Kaynak:
[1] Demirel D. (2013) Max Weber’in Sosyoloji Kuramı, Turkish Studies
[2] Postman Neil, Televizyon Öldüren Eğlence- Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Ayrıntı Yayınları