Fransız Yeni Dalgası denilince ilk akla gelen isimlerden Éric Rohmer’ın en nadide eserlerinden biri olan La boulangère de Monceau (1963) kısa süresinden beklenmeyecek denli alt metni kuvvetli bir filmdir. Rohmer’ın kariyerinin henüz başlarında ortaya koyduğu Altı Ahlak Hikâyesi Serisi’nin ilk ayağı olan La boulangère de Monceau, serinin diğer filmlerinde olduğu gibi bir erkek ve iki kadın arasında gidip gelmektedir. Lakin Rohmer, tüm seride olduğu gibi bu filmde de meseleye ahlakçı bir yerden yaklaşmaz. Serinin isminin aksine Rohmer, anlatmak istediği meseleye çok daha incelikli bir yerden yaklaşır. Daha çok duygular ve düşünceler üzerine odaklanır. Filmde var olan tüm ahlakçı yakıştırmalar ise eleştirel bir açıdan verilir.
Film, 23 dakika boyunca peşini bir an bile bırakmayacağımız Genç Adam’ın (ismi yoktur) sesinden tüm hikâyenin geçeceği mekânın detaylıca anlatılmasıyla başlar. Bu anlamda Genç Adam’ın -ki aynı zamanda anlatıcı da oluyor kendisi- hatırasına kulak misafiri oluruz. Hem de Paris’in en işlek caddelerinden birinin görüntüleri eşliğinde. Ve sonra da kaç yıl önce yaşandığını bilmediğimiz bu hatıranın derinliklerine dalarız. Hem anlatıcı hem de hikâyenin kahramanı olan Genç Adam’ın bu hafıza tazelemeyi neden ve ne zaman yaptığını ya da bunu yapmaya neden ihtiyaç duyduğunu ise bilemeyiz. Fakat öncelikle Genç Adam’ın anlatımında bir film izlemekten çok bir kitap okuyormuşuz hissiyatının baskın olduğunu söylemek gerek. Neden mi?
Filmde adeta bol betimlemeli Fransız Edebiyatının nadide bir klasiğini okurmuş hissiyatı vardır. Zira Genç Adam, bize buluşma adresi tarif eder gibi ayrıntılı bir betimleme yapar. İşte bu tercih aslında filmin, hatta serinin tamamına sirayet etmektedir. Zira Rohmer, bir yönetmenden çok bir yazar gibidir. Rohmer için “Kalem yerine kamera kullanan bir yazar.” tanımlaması yapılması boşa değil ne de olsa. Tüm film, başkarakter olan gencin kafasının içinde geçer. Çoğunlukla diyaloglardan beslenir ve onun anlattıklarıyla yetiniriz. Başkarakter bir nevi sesli düşünür ve biz de onun peşi sıra düşüncelerini dinleriz. Burada şunu belirtmek gerek ki; aslında bu çok da güven veren bir ilişki de değildir. Zira peşine takıldığımız karakterimiz Paris’te üniversitede okuyan biridir. Bir anlamda küçük burjuva ahlakına sahip bir bireydir diyebiliriz. Bu nedenle onun anlattıklarına inanmak zorunda kalmak ilk başta seyircide bir güven sorunu yaratabilir. Fakat bu konuda endişeye mahal vermeye gerek olmadığı kısa bir süre sonra ortaya çıkar. Rohmer, karakterin dürüstlüğü konusunda bizi kısa sürede ikna eder. Zira karakterimiz tüm art niyetlerini, bencilce düşüncelerini, riyakârlıklarını hiçbir şekilde saklama gereği duymadan bizlere anlatır. Bu anlamda her ne kadar perdedeki adamdan pek hoşlanmasak da güven konusunda en ufak bir tereddüt yaşamayız.
Hatta karakterimizin bu açık sözlülüğünden dolayı nasıl da her defasında yanıldığını, tongaya düştüğünü de görürüz. Serinin neredeyse tüm filmlerinde karakterin “dindar”, “zor lokma”, “bakire” olarak gördüğü kadınların tüm o kodların aksine davrandığına şahit olduğumuz gibi “kolay lokma” gibi yansıtılanların ise o kadar basit bir tanımlamayı hak etmediklerini görürüz. Örneğin Genç Adam, Jacqueline’i yani namıdiğer Monceau’nun Pastaneci Kızı’nı oldukça kolay elde edilecek bir kadın olarak görür. Fakat daha sonra Jacqueline’i randevuya ikna etmekte ne kadar zorlandığını, Sylvie’nin ise teklifini anında kabul ettiğini fark eder. Ki hatırlanacağı üzere Genç Adam, filmin henüz başlarında Sylvie’den bahsederken “Sokakta tanışıp ilişki kurulacak bir kız değildi.” der. Fakat görüldüğü üzere Genç Adam’ın kendini beğenmiş, geleneksel toplumun görüşlerinden büyük oranda beslenen ahlaki yargılarının hepsi bir bir karşılıksız kalır. Rohmer, başkarakteri üzerinden tüm toplumsal normları yerle yeksan eder.
Fakat tüm bu geleneksel kodlara karşı bir duruş sergileyen Rohmer, Fransız Yeni Dalgası’nın en Fransız olanı olarak tanımlanır. Peki, neden böyle tanımlanır? Öncelikle elbette onun filmlerinde Fransa sokaklarını, sayfiye yerlerini adım adım arşınlamamızın, meşhur Fransız kafelerinde karakterlerimiz ile zaman öldürmemizin, bol bol edebi, felsefi ve sanat içerikli sohbetlere ortak olmamızın bunda payı yüksektir. Fakat bunun sebebi daha çok Rohmer filmlerinin, gündelik hayattan beslenmesidir. Olaylardan ya da merak duygusundan nemalanmaz asla Rohmer. Aksine birçok sinema seyircisi için dayanılmaz şekilde sıkıcı günlük rutinler arz-ı endam eder onun filmlerinde. Odaklanılan şey ise karakterlerin düşünceleri olur. Yani demem o ki tıpkı biraz önce de bahsettiğimiz gibi her şey bir romandaki gibi anlatıcı tarafından aktarılır. Ve aktarılanlar daha çok anlatıcımızın düşünceleri ve kendi kendine yaptığı mukayeseleridir. Görüntüler ya da günlük rutinler tüm bu düşüncelere arka fon olarak hizmet etmekten öteye gitmez. Tüm bunların ışığında filmimize dönecek olursak her şeyin ne kadar da yerli yerine oturduğunu görürüz.
Anlatıcımız filmin başında uzun zamandır yaşadığı bir rutini bize aktarır ilk olarak: Her gün aynı caddeden geçerken bir galeride çalışan Sylvie ile karşılaşır. Ve uygun bir fırsatta onunla iletişim kurar. Fakat ertesi gün ve takip eden diğer günlerde Sylvie ile karşılaşmaz. Ve böylece her gün öğle aralarında onunla karşılaştığı caddeleri arşınlamaya başlar karakterimiz. Aynı zamanda da karnını doyurmak için civardaki bir pastaneden kurabiyeler, tatlılar alıp yemeğe başlar. Bir süre sonra aynı sokaklarda dolaşmak, hamur işleri yemek, pastanedeki kız ile flörtleşmek bir rutin hâlini alır. Fakat bu rutin esnasında tekrarlanan alışkanlıklar zamanla şiddetini arttırır. Örneğin karakterimiz daha çok yemeğe, daha çok çevreyi kirletmeye ve pastanedeki kıza daha da yakın davranmaya başlar. Hatta bu hamur işi yeme mevzusu öylesi bir hâl alır ki; karakterimiz adeta yaşadığı duygusal boşluğu midesini doldurarak(duygusal yeme bozukluğu*) gidermeye çalışır. Lakin Sylvie’nin ortaya çıkmadığı her gün karakterimizin midesindeki boşluk daha da artar. Böylece her geçen gün daha da çok yemeye başlar. Hatta umarsızca pastaları tıkınan karakterimiz, bu yolculuğuna Jacqueline’i de ortak eder. Ki iki karakterin patronun görmez yanından karşılıklı pasta yedikleri sahne, filmin en ilginç anlarından birine ev sahipliği yapar. Genç Adam, yaşadığı duygusal boşluğu, başka bir kadınla karşılıklı yiyerek -aslında bir nevi seks yaparak- giderir. Çünkü her ne kadar bu eylem fiziksel anlamda bir yemek yeme olarak görülse de düpedüz bir sevişme metaforudur.
Kız ise tam anlamıyla bir araçtır karakterimiz için. Genç Adam, kızı adeta yediği kurabiyeler ve pastalar gibi kullanmak ister. Zaten kızın duyguları olan bir varlık olduğunu asla düşünmez. Tamamen pastalar gibi kendisini doyuracak bir araç olarak görür. Tıpkı insanların et ve et ürünlerini bir yemek olarak görmesi gibi. Zira yediğimiz etlerin bir süre önce yaşayan bir hayvan bedeninin parçaları olduğu unutulur, görmezden gelinir ya da bilinçaltına itilir. Kayıp gönderge** dediğimiz bu durumla birlikte kişiler damak tatları uğruna insan gibi bilinç sahibi canlıları hiçbir ahlaki kaygı taşımadan ya da vicdan azabı çekmeden yiyebilirler. İşte Jacqueline’nin durumunun da o hayvanlardan farkı yoktur aslında. Genç Adam, Jacqueline’nin tıpkı Sylvie gibi duyguları olan bir birey olduğunu hesaba katmaz. Adeta onu metalaştırır. Arzularını doyuracak bir objedir onun için sadece. Hatta bu işi daha da ileri götürerek yaşananlarla hiçbir alakası ve suçu olmayan Jacqueline’i intikam hedefi olarak düşünür. Sylvie’e olan öfkesini ondan çıkarmaya çalışır. Jacqueline’i, ulaşamadığı için öfkelendiği Sylvie olarak görür. Jacqueline’e karşı hareketleri ise daha rahat ve laubalidir. Onu kolay elde edilir biri olarak görür zira. Yine Jacqueline’e kur yaparken bile onu aşağılar. Bunun en önemli nedenlerinden biri de sınıf meselesidir. Genç Adam’ın tercihinde Sylvie’nin Jacqueline’nden daha üst sınıftan olmasının payı da yadsınamaz. Zaten karakterimizin tercihinde hiçbir vakit hesapsız bir duygu yoktur. Her şey fazlasıyla projedir. Mesela karakterimiz neden Sylvie’i seçmiştir? Çünkü yanına yakıştırdığı, münasip gördüğü kişi odur. Tamamen akılcı bir şekilde yaklaşır mevzuya.
Tüm bunların yanında Genç Adam’dan rahatsızlık duymamızın başka sebepleri de vardır. Örneğin yediği kurabiyelerin kâğıtlarını veya meyvelerin çöplerini yere atması dikkatlerden kaçacak gibi değildir. Rohmer, görüntülerle defalarca bu davranışın altını çizer aslında. Yine kurabiyeleri ve pastaları hunharca yemesi de onun ne kadar tüketim odaklı olduğunu açık eder. Anın tadını çıkarma, duyguları sindirme gibi niyetlerden uzak bir kişiliğe sahiptir Genç Adam. Sadece sonuca odaklıdır. Karnını bir an önce doyurmakla bir an önce kafasındaki şablona uyan kız ile evlenmek onun için aynıdır. Âşık olmak, unutulmaz anları yaşamak, sadece duyguların sesine kulak vermek gibi niyetler ondan çok uzaktır. Bu nedenle de amacı gerçekleştirmek için her yolu mübah görür. Onun için de umut verdiği gencecik bir kızı, hiçbir açıklama yapma gerekliliği hissetmeden terk edebilir. Arkasına bile dönüp bakmaz. Zira yüzleşmekten korkar. Korkar, çünkü davranışlarının çirkinliği ile yüzleşmeyi beceremeyeceğini bilir.
Peki, ya Sylivie? Sylvie, bu hikâyede hangi konumdadır? Rohmer bu konuda seyircinin kafasında fazlasıyla soru işareti bırakmaktadır. Üç hafta boyunca Genç Adam’ı pencereden izleyen Sylvie, Jacqueline ile olanları hiç fark etmemiş olabilir mi? Bu pek mümkün değil gibi. Ama Sylvie, bu konuyu mevzubahis yapmamayı tercih eder. Peki, kısa bir süre sonra evlenen Sylvie ile Genç Adam’ın ilişkisi nasıl bir seyir izlemiş olabilir? Rohmer bunun cevabını da vermez tabii. Ama bizim bunun üzerine uzun uzun kafa yormamızı da ister. Zaten Rohmer, asla filmin hiçbir anında karakterlerini yargılamadığı gibi kararlarının sonuçları hakkında da bir kanıya varmaktan kaçınır.
Kısıtlı bir mekânda, sınırlı karakterle ve belli bir süre içerisinde geçen film, duygular ve düşünceler üzerinden günlük hayatın küçük bir kesitine kapı aralar. Bu aralanan kapıdan içeriye bakıp da yargıda bulunmak ise biz seyirciye kalmıştır. Rohmer, sadece kapının kolunu çevirerek bize duvarın ardındaki hayatı göstermek ister. Gerisi bizim değer yargılarımıza, düşüncelerimize, duygularımıza kalmıştır.
*Duygusal yeme bozuklukları, temel olarak iyi hissetmek için yemek yeme ihtiyacı duymak olarak tanımlanabilir. Kişi duygusal olarak kendini kötü hissettiği her an tıkınırcasına yeme eylemi gösterir.
***İnsanların yediği etin nereden geldiği, ne olduğu, kim olduğu arasındaki bağlantının koparılmasıdır.