Bireyin kişiliğine ve yegâne varlığına eğilen modernizmden çok daha önce, ‘insan’ın kendini evren içinde konumlandırma serüveni başlamıştı. Önce ritüellere, dini veya kültürel yapılanmalara bağlı olarak bir topluluğa başını sokan insan, ‘herkes’le beraber hareket etmeyi öğrendi. Topluluğun içinde eridikçe küçüldüğünü, kimi noktalarda yok olduğunu duyumsadı sonra. Ve kendi sesini duyamadığını, duyuramadığını fark etti.
Herkese uyum sağlayan herhangi biri olmaktansa topluluğun içinde sıyrılan ‘biri’ olma çabası başladı bu sefer. Yirminci yüzyıla gelindiğinde modernizm akımı adı altında birey, kendi varlığı ve bilincinin merceğinde yeniden büyüdü. Fakat büyüyen tek şey ‘birey’ kavramının muhtevası değil, aynı zamanda içinde bulunduğu, teknolojiyle büyüme hızına hız katan modern dünyasıydı. Dolayısıyla birey, kendi bilincinin odağında ne denli büyürse büyüsün çevresinin hızına yetişemeyecek, varlığını konumlandırma çabası asla sona ermeyecekti. Bireyin kadim sorunsalı burada başlıyordu artık. Nitekim yirminci yüzyıl düşünürünü kasıp kavuran varoluşçuluk kavramı, sanattan felsefe ve siyasete, insan faaliyetlerinin hemen her alanına nüfuz etmeye başlamıştı.
Bu dönemde varoluşçu felsefe, çoğu sanat eserinin konu ve biçemine temel oluşturdu. Gelişmelerden nasibini alan beyazperde de insanın anlam arayışını yansıtan pek çok esere imza attı. Richard Matheson’ın 1956’da yayımlanan romanı The Incredible Shrinking Man, aynı adla Jack Arnold’un objektifinde sinema dünyasının varoluşçu yapımlarından biri olarak 1957 yılında yerini aldı.
Film, mutlu bir yaşantısı ve evliliği olan Scott Carey’nin sıradan hayatıyla başlar. Karısıyla birlikte çıktıkları bir deniz seyahati sırasında Scott, teknelerini yutan bir radyasyon bulutuna maruz kalır. Başta herhangi bir sorun yaratmayan bu tuhaf bulut, daha sonra bir haşere ilacıyla birleşince Scott, gitgide küçüldüğünü fark eder. Önce kıyafetlerinin büyük gelmesiyle başlayan belirtiler, zamanla patolojik bir inceleme gerektiren ciddi boyutlara varır. Gittiği hastanelerde verdiği sayısız tahlil sonrası Scott, geri dönüşü olmayan bir ‘küçülme’ durumu içinde olduğunu öğrenir. Ancak görünürde bedenen gerçekleşen bu küçülme, çok daha derin ve kadim varoluşçu felsefe sorularını masaya yatırır.
Bu sorulardan en önemlisi ve filmin de geneline yayılan soru, büyüklük ve küçüklük kavramlarını tanımlamaya yöneliktir. Zira değişen durumlara göre sürekli devingenlik gösteren ve zamanla birbirleri yerine geçen yahut birbirlerine karışan bu kavramlar, insanın evren içindeki konumunu yansıtır. Scott’un rahatsızlığı ülke çapında duyuldukça gitgide genişleyen bir yankı oluşturur. Scott her gün küçülmektedir; ancak ‘küçüldükçe ününe ün katmakta,’ böylelikle bir sansasyonu büyütmektedir. Başta sergilediği yumuşak huylu, nazik karakter; bedeninin küçülmesiyle büyüyen şöhretinin örselemeleri altında sertleşerek kibirli bir egoya dönüşür. Böylesi bir ‘büyüklük’ hâli, Scott’un insanî erdemlerinin adım adım küçülmesi ile sonuçlanacaktır.
Küçülme rahatsızlığının başlarındaki giysi motifi, değinilmesi gereken unsurlardandır. Başta kendisine büyük gelmeye başlayan giysiler, Scott’un modern toplum içinde artık zamanla baş edemediği kimliklerinin temsilidir. Bu kimlikler altında ezilmeye, küçülmeye ve kaybolmaya başlayan Scott, sosyal yaşantısında da benzer bir durumu deneyimler. Öncelikle evliliğine yansır bu sosyal küçülme durumu. Önceleri karısından daha uzunken gittikçe kısalır, ataerkil prototiplerin altında kalır. Bu durumu sindiremediği için agresif tavırlar sergileyerek eşiyle sürdürdüğü mutlu evlilik, huzursuz bir birlikteliğe döner. Hemen ardından rahatsızlığı nedeniyle işten çıkarılması, toplum içindeki statüsünü temelden sarsar. Artık ne aile içinde ne de toplumsal düzeyde saygınlık duyumsar. Başta kendine büyük gelen giysiler, böylelikle toplumsal kimliklerin de modern insan için zamanla taşınamaz bir boyuta taşınacağını ima eder.
Her geçen gün daha da küçülerek içinde kaybolmaya başladığı bu hem soyut hem soyut yönlü ilerleyişin (gerileyişin?) doğrultusunda Scott, herkesten kaçıp uzakta yaşamayı önerir karısına. Başkalarının gözünde yok olmak, kendine duyduğu saygının bekasını sağlayacaktır böylece. Bu önerinin bir başka yönü de Scott’a yeni bir konum ve tanım kazandırmasıdır. Özellikle tekrar eden ve diğer insanları niteleyen ‘normal’ kelimesi, değişen koşullarda yeniden anlamlandırılmalıdır. Scott, kendini ‘biri’gibi hissedebilmek için başkalarına göre tuhaf ve sıra dışı olan yeni evrenini biriyle paylaşma ihtiyacı duyar. Nitekim şehre gelen bir sirkte kendisi gibi küçük bir cüceyle tanışmasıyla ‘küçüklük’ deneyimini paylaşmasını ‘yaşama yeniden gelmek,’ olarak ifade eder. Demek ki insanlardan uzaklaşmakta değildir varolmanın çözümü, bir başka gözün bakış açısını paylaşmaktadır.
Ancak bu görünürlük de hızla sona erer, çünkü Scott’un küçülmesi devam etmektedir. Bir gün evdeki kedilerinin saldırısına uğrar ve bodrum katındaki çöplüğe düşerek kaybolur. Dışarıdan eve gelen karısı Scott’u bulamayınca kocasının, kediye yem olduğunu düşünerek yasa boğulur. Bu olayda film, modern yaşamın iki sorunsalını yorumlar: evcil ve/veya tanıdık olanın yabancılaşarak yaşamsal bir tehdit hâline gelmesi ve insanın kendi kurduğu düzene yem olması. İlk sorunsal, azgın bir vahşi hayvana dönüşen, sözde evcil kedinin saldırılarıyla yansıtılır. Başta uysallıkla sütünü içen, Scott’un karısının kucağında bebek gibi uyuyan kedi, küçülmesiyle beraber görünürdeki özünü yitiren Scott için ölümcül bir tehlikedir artık.
Öte yandan tanıdıklık ve yabancılık kavramları yer değiştirmiştir ‘kedi’ motifi üzerinde. Bu da bizi bir diğer sorunsala götürür: İnsan, büyüyen çevresinin genişleme hızına yetişemedikçe kurduğu düzenin içinde kaybolmaya ve bir yem hâline gelmeye başlar. Nitekim yiyecek bulmak için, bir zaman fareleri yakalamak üzere bodruma kurdukları kapandaki peynire tenezzül eden Scott, kendi kurduğu düzenin yemi olduğunu bilfiil gösterir. Tuzağı etkisiz hâle getirerek peynire ulaşmaya çalışırken hem ilkel insanın avcı-toplayıcı yaşantısını canlandırır hem de tersine hareket eden bir evrim paradoksu ortaya koyar.
Bu noktada, ilkin sunduğu ‘insanlardan uzaklaşma önerisi’nin yerini kendi dünyasına hükmetme çabası alır. Çevresindeki tehlikelere karşı insan aklının, işlevselliğini koruduğunu vurgulayarak savaşır Scott. Yine de kendini varoluşçu soruların içinden çıkaramaz: “Hâlâ insan mıydım? Yoksa geleceğin insanı mıydım?” Sıkça tekrarlanan bu sorular, ileriye dönük modern insan kavramını da tanımlamaya yardımcı olur. Az evvel değindiğimiz ters evrim paradoksu doğrultusunda insan, içinde bulunduğu devingen evrende büyük adımlar atarak geliştikçe daha küçük bir zerreye dönüşür.
Geleceğin insanı, kendi elleriyle inşa ettiği bu evrende büyü(tü)rken küçüldüğü bir kader biçmiştir kendine. Nitekim bir varoluş karmaşası içindeki Scott’un trajedisini şu cümle özetler: “Modern dünyada yaşayan her erkek ve kadın, bu talihsiz adamın öyküsünü bilmekte.” Sonu hiç gelmeyecek bu öyküde herkesin ‘kendi’ni bulduğu nokta bambaşkadır. Scott, en küçük boyuta ulaştığı anda “Hiç olduğumu hissettim,” derken varlığının farkına varmıştır aslında. Koperkin’in yüzyıllar önceki keşfidir bu bir bakıma; evrenin merkezini teşkil ettiği sanılan Dünya, yalnızca Güneş Sistemi içindeki bir gezegendir. Sonsuz uzay boşluğu içinde böylesine hiçken insan, kişinin kendisi, yani bireysel algı, her şeyin belirleyicisi ve anlamlandırıcısıdır. Bu noktada da “Yok olmak diye bir şey yok!” der Scott. Kopernik’in buluşunu kelimelere döker ve böylelikle hiçlikten doğan varlığını keşfeder.
Böylelikle son bulan film, ne var ki insanlığın zihnini meşgul eden kadim sorulara yanıt bulmaktansa farkındalığı başlatan bir ışık tutmaktadır. Döneminin sınırlarını aşarak hem kült filmler arasında yer edinir hem de varoluşçu felsefenin sanatta başarılı bir yansımasını temsil eder.