43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin ilkiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin / Nu astepta prea mult de la sfârsitul lumii (Yön. Radu Jude, 2023)
İstanbul Film Festivali tavsiye listeme dahil ettiğim Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin, tam da beklediğim gibi hatta çok da üzerinde bir etkiye sahip. Bu yıl Romanya’nın Oscar adayı olan film, Radu Jude’nin Kaçık Porno’dan (2021) sonra kara komedi türünde, yenilikçi, şok edici, bol taşlamalı bir diğer filmi olarak tanımlanmayı kesinlikle hak ediyor. Jude; buram buram erilliğin her yerine sirayet ettiği Romanya’da farklı dönemlerde Bükreş trafiğinde direksiyon sallayan iki kadının hikâyesini perdeye yansıtıyor. Bir tarafta Angela merge mai departe (1982) isimli filmden alınan sahnelerden takip edilen Çavuşesku döneminde genç kadın bir taksi şoförü olan Angela’nın diğer tarafta ise günümüzde yaşayan ve bir film şirketinde yapım asistanı olarak günde neredeyse yirmi saat çalıştırılarak sömürülen Angela’nın hayatının paralel bir kurguyla izlendiği filmin oldukça cesur bir taşlama olduğunu söylemek mümkün. İşin enteresan yanı, bambaşka dönemlerde yaşayan bu iki genç kadının ataerkil toplum tarafından gördüğü muamelenin aynı olmasıdır. Yıllar, mizojini noktasında çok da yol kat edememiştir. Film içinde film, hikâye içinde hikâye, kurgu içinde kurgunun olduğu bu oldukça spekülatif feminist filmde günümüzdeki genç Angela’nın eril şiddete karşı geliştirdiği yöntem ise netamelidir. Angela, Tiktok için yarattığı eril karakter ile düşmanını bizzat kendi silahı ile vuruyor.
Bir yandan Abbas Kiarostami’nin Tahran sokaklarında geçen Ten (2022) filmini, bir yandan da Metin Erksan’ın Şoför Nebahat (1960) filmini akla getiren Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin, kapitalizmin kölelik düzenine, Batı Avrupa’nın ikiyüzlülüğüne, Doğu Avrupa’nın topraklarını peşkeş çeken zavallılığına, eril tahakkümün pervasızlığına, ırkçılığa, sömürüye ve daha nicesine orta parmak çekiyor. Neticede Angela’nın yarattığı Bobita karakterinin okuduğu şiir nasıldı?
”Bir a*cık dört ülkeye benzer:
İngiltere gibi ıslak,
Kore gibi ikiye ayrılmış,
Vahşi batı gibi kanlı ve
Romanya gibi s*kilmekten hoşlanan!”
Filmi 19 Nisan Cuma 16.00’da Atlas 1948’de, 20 Nisan Cumartesi 21.30’da Sinematek/ Sinema Evi’nde veya 22 Nisan Pazartesi 16.00’da Cinewam City’s 3’de izleyebilirsiniz.
Alice Kentlerde / Alice in den Städten (Yön. Wim Wenders, 1974)
Wim Wenders’in pek bilinmeyen ama tam anlamıyla kaybeden bir yetişkin ile bir kız çocuğunun yol hikâyesi denilebilecek Alice Kentlerde, yönetmenin de kurmaca filmleri arasında en iyilerinden. Loser diyebileceğimiz yetişkin bireyin, sinemadaki pek çok erkek karakterlerle benzer yanları vardır. İşinde istediği gibi anlaşılamayan, yazma sıkıntıları, buna bağlı olarak da varoluş buhranı yaşayan Philip ile kendini gönül ilişkileri arasında oradan oraya sürükleyen bir annenin yalnız ve mutsuz kızı Alice bir dizi yolunda gitmeyen olay sonucu birlikte takılmak zorunda kalır. Uçakta, trende, yol üstü otellerde izleyeceğimiz bu karakterlerin ruh hâlleri; kaldıkları mekânlarla öyle ilintilidir ki… Gitmek ile kalmak arasında sıkışıp kalmış, hayatlarına net bir şekilde yön veremeyen, hayat yolunda salınıp duran bir ikili var tam da perdede.
Philip hayatını kararlı bir şekilde çizemezken; Alice ise nerede, kiminle yaşamak istediğinden asla emin olamaz. Bu kararsızlıklarının onları büyük bunalımlara soktuğu süreçte birbirleri ile olan ilişkileri ve diyalogları fazlasıyla etkileyicidir. Üstelik bu iki karakterin kimyası birbirlerine müthiş bir şekilde uyum sağlar. Yan yana yürüdükleri ya da arabada Alice’in anneannesini birlikte aradıkları araba sahneleri bile filmi fazlasıyla çekici kılmaktadır. Şiddetten, cinsellikten ya da duygusallıktan asla nemalanmayan bu olağanüstü, realist yapım Wenders’in kusursuzluğunun nişanı adeta.
Filmi 20 Nisan Cumartesi 11.00’de Sinematek / Sinema Evi’nde ve 24 Nisan Çarşamba 13.30’da Atlas 1948’de izleyebilirsiniz.
Dirsek/ Ellbogen/ Elbow (Yön. Aslı Özarslan, 2024)
Fatma Aydemir’in aynı adlı kitabından uyarlanan Dirsek, henüz on yedi yaşında olan genç bir kızın hayatına odaklanıyor. Almanya’da göçmen bir ailenin çocuğu olan Hazal gündelik hayatın sıradanlığından, kariyer planlarından bunalmış; ancak geleceğe odaklanan hayaller kuran bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğum gününü kutlamak için çıktığı gece Hazal’ı hiç tahmin edemeyeceği olayların içine sürükler. Genç kız, metroda kendisini taciz eden adamı kazara öldürüp Almanya’dan İstanbul’a kaçmak zorunda kalır. Yeni yaşını hiç tanımadığı bilmediği, hem çok yakın hem de çok uzak olduğu başka bir toprakta geçirmek zorundadır.
‘Göç sineması’ kavramı özellikle Türkiye’den Almanya’ya göçünün yaygın olduğu 60’lı yıllardan itibaren sinemamıza yeni bir soluk getirmiştir. Birçok film benzer konular çerçevesinde işçi hakları, kadın hakları gibi başlıklara önem verirken toplumsal değişme, asimilasyon gibi problemleri de yakın markaja almıştır. Aslı Özarslan, Dirsek filmini ele alırken seyircinin huzurunu kaçıracak türden bir büyüme hikâyesi tasarlamaktadır. Hazal’ın içinde bulunduğu durum kimlik fark etmeksizin tüm dünya kadınlarının muzdarip olduğu ortak dertlerin bir nevi izdüşümü olarak objektif bir anlatımla sergilenmektedir. Keza filmin odak noktası sancılı bir büyüme hikâyesinin ötesinde azınlık halkların problemlerine de değinmeyi tercih etmektedir. Hazal üzerinden yürütülen insan hakları eleştirisi bu bağlamda çarpıcı bir üslupla dikkat çekmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun ötekilerin durumlarının benzerlik gösterdiğini görmekteyiz. Ancak yaratılan ‘öteki’ farkındalığı, güçlü bir kadın karakter inşâsıyla seyirciyle buluşuyor.
Filmi 18 Nisan Perşembe 11.00’de Beyoğlu Sineması’nda ve 27 Nisan Cumartesi 16.00’da Cinewam City’s 3’de (film ekibinin katılımıyla) izleyebilirsiniz.
Alacakaranlık/ Twilight/ Szürkület (Yön. György Fehér, 1990)
György Fehér’in Macar Rapsodisi kapsamında gösterilen filmi Alacakaranlık baştan sona görsel haz barındıran bir yapım olarak dikkat çekiyor. Özellikle Yavaş Sinema Akımı’nın gizli hazinelerinden biri diyebilirim. Béla Tarr’ın kült filmlerinden biri olan Satantango’nun da (1994) yapımcısı olan György Fehér, adeta dört yıl öncesinden bu ilk filminde kendi anlatı dilinin tohumlarını serpiştirmiş. Macaristan’ın kırsal bir beldesinde geçen Alacakaranlık’a modern bir Film Noir hikâyesi olarak bakılabilir. Gerçek olaylardan esinlenen filmde karakterlerin durumu, mekân ve toplumsal bellek üzerinden inşâ edilmektedir.
Sıradan bir hayat yaşayan kasaba halkı art arda cinayete kurban giden küçük kız çocuklarının haberiyle sarsılır. Ortada kesin bir suçlu yoktur, ancak olayın bir pedofili cinayeti olduğu aşikârdır. Kasabadaki cinayetlerle ilgili tek kanıt ise küçük kız çocuklarının adli tıp raporunda çıkan çikolata kalıntılarıdır. Öyleyse bu durumda katil bir pedofilidir ve çocuklarla iletişim hâlinde olması gerekir. Okların gösterdiği tek suçlu sorgulama sırasında intihar edince gerçek katilin kim olduğunu bulmak iyice zorlaşmaya başlar. Gerçek suçluyu bulmak içinden çıkılması zor karmaşık bir bulmacaya dönüşür.
Halk dilinde alacakaranlık gün doğumuna yakın olan gecenin sonlanma öncesi evresine verilen bir isimdir. Bu karanlığın hemen ardından gün doğmaya başlar. Ancak o an gelene kadar aydınlık için hiç kimse bir şey yapamaz. Kasvetin, çaresizliğin, beklemenin en bitmez tükenmez anları genelde bu noktada yaşanır. György Fehér bu bağlamda hikâyesini anlatırken Macaristan’a ait kültürel kodlardan da yararlanmaktadır. Yaratılan sinemasal mekân yoğun bir şekilde kasvetli ve tabiri caizse ağır bir havaya sahip olarak tasarlanmıştır. Sahnelerin çoğunda sis ve yağmur dikkat çekmektedir. Özellikle çocukların cinayete kurban gittiği ve kötülerin hâlâ serbest olduğu böyle bir dünya daha kaotik hem de çarpıcı nasıl tasvir edilebilirdi ki? Masum-suçlu çatışmasını siyah beyaz kontrastıyla anlatıldığı filmin sinematografik yetileri kesinlikle görülmeye değer. Kameranın aktif kullanımı tasarlanmak istenen ruhsal çözümlemeleri başarılı bir şekilde yerine getiriyor. Her bir sahnede seyircinin adeta rahatsız edilmek için telkin edildiğini görüyoruz. Böyle bir gizli hazineyi festival kapsamında kesinlikle değerlendirmek gerek. Özellikle György Fehér ve Béla Tarr’ın apokaliptik evrenini deneyimlemek için harika bir örnek.
Filmi 19 Nisan Cuma 11.00’de Cinewam City’s 3’de izleyebilirsiniz.
Cennet Tehlikede/ Paradise Is Burning/ Paradiset Brinner (Yön. Mika Gustafson, 2023)
İsveç’in bir işçi kasabasında yaşayan sıradışı bir aile. 3 kız kardeş. 12 yaşındaki Mira, 7 yaşındaki Steffi ve onlara annelik yapmaya çalışan ablaları 16 yaşındaki Laura. Kızların anneleri ortada yok. Hayat bu üçlü için alıştıkları şekilde neşeli, eğlenceli, mutluluk dolu, umarızca akıp giderken sosyal hizmetlerden gelen bir telefon kurdukları cenneti alt üst etme tehlikesi taşır. Kurdukları düzeni korumak için Laura, yetkililerin yanında anne rolünü üstlenecek birini bulmak zorundadır.
Festivalin Nordik kadın hikâyelerini izleyiciye sunan bölümü Çiçek İstemez‘de yer alan, Venedik ve Londra Film Festivalleri’nden ödüllerle dönen Paradise Is Burning, incelikli bir kız kardeşlik ve dayanışma hikâyesi. 3 kız kardeşe ve onların dünyasına ayrı ayrı çok özel pencereler açan filmde Laura’nın, Mira’nın ve Steffi’nin isteklerini, ihtiyaçlarını, korkularını, tutkularını izleyiciye göstermekten korkmuyor. Sakin bir kaos içinde tüm karakterlerin derinliklerini sonuna kadar hissettiriyor. Yaz mevsiminin insanı sarıp sarmalayan tatlı sıcaklığı içinde kız kardeşlik bağlarını büyük bir samimiyetle örüyor.
Film seyircisine mesaj verme derdi taşımıyor. Büyük bir açıklıkla tüm duyguların ortasında bırakıyor izleyicileri. Tüm duyguları kocaman bir pistte dans ettiriyor hatta. 3 farklı karakter temelinde büyümek, aşık olmak, korkmak, sevmek ve korumak gibi durumları bambaşka şekilde anlatıyor. Bilindik ahlak kurallarını bir kenara itiyor ve kız kardeşliğin sahip olduğu bağı hem bir bela hem de bir mucize olarak sunuyor.
Filmin renk paleti, etkileyici sinematografisi, insanda dans etme isteği uyandıran müzikleri ve karakterleri ete kemiğe ruha büründüren oyuncu seçimleri filmi bir adım öne taşıyor.
İlk uzun metrajında yönetmen Mika Gustafson bize etkisi uzun sürecek bir dayanışma ve kız kardeşlik filmi hediye etmiş durumda. Eğer siz de bu tür hikâyelerin peşindeyseniz Paradise Is Burning‘i mutlaka listenize almalısınız.
Filmi, 18 Nisan Perşembe 16:00’da Cinewam City’s 3′te ve 20 Nisan Cumartesi 11:00’de Beyoğlu Sineması’nda izleyebilirsiniz.
Ekin TANERİ